9.7 C
İstanbul
19 Nisan 2025, Cumartesi
Ana SayfaTarih"Devletlerin Uluslaşması (1890-1914)"

“Devletlerin Uluslaşması (1890-1914)”

Tarih:

Önerilen Yazılar

Dünya Neden Kırılma Noktasına Geldi?

UNU-EHS'nin 2025 raporu, felaketleri değil, onları doğuran sistemleri ve...

Yapay Zekâ Devrimi: Eşitsizlikle Kodlanan Bir Gelecek

Yapay Zekâ ve İnsan İşbirliği “Bazen bir devrim, sadece makineleri...

Pestisitler Ekosistemi Öldürüyor mu?

Kimyasalların Sessiz Yolu BY Mehmet Cömert / BRÜKSEL Tarımda verimliliği artırma...

ABD İran’ı Vuracak mı?

Diego Garcia’dan Yükselen Sessiz Tehdit ve Nükleer Diplomasi Üzerine...

Alevlere Karşı Yapay Zekâ İşe Yarar mı?

Türkiye'de çıkan orman yangınları BY Mehmet Cömert / BRÜKSEL FireSat projesi,...

Milliyetçilik: Bir Dünya Tarihi

Prof. Dr. Eric Storms, Leiden Üniversitesi (Hollanda).

1895 yılında Guardia Civil tarafından yayımlanan illüstrasyonlu bir harita, İspanya Krallığı ile o dönemde sahip olduğu kalan sömürge topraklarını detaylı bir şekilde gözler önüne sermektedir.

Milliyetçilik, günümüzde tartışmasız bir şekilde yeniden yükselişte olan bir olgudur. Dünya genelinde ve yerel bağlamda popülist politikacıların son seçim başarıları, bu durumun somut göstergelerinden biridir. Ancak bu kavramın kökenleri nereye uzanmaktadır ve tarihsel süreçte nasıl bir evrim geçirmiştir? Fransız Devrimi’nin milliyetçiliğin başlangıç noktası olarak kabul edilmesinin sebepleri nelerdir? Ayrıca, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bu ideolojinin neden yeniden güç kazandığı sorusu da önemli bir tarihsel bağlam sunmaktadır.

*Eric Storm, yani şahsım, Milliyetçilik: Bir Dünya Tarihi adlı eserimde, milliyetçiliğin tarihsel gelişimini ve bu ideolojinin uluslararası düzeydeki etkilerini derinlemesine ele alıyorum. Bu kapsamlı eser, Eylül 2024’te Alfabet Yayınları tarafından yayımlanmıştır ve milliyetçiliğin tarihsel dinamiklerini, ulus-devletlerin ortaya çıkışındaki rolünü ve bu süreçlerin dünya üzerindeki geniş kapsamlı sonuçlarını detaylı bir şekilde incelemektedir. Bu platformda, kitabımın ulus-devletlerin yükselişi ve milliyetçiliğin etkisi üzerine odaklanan bir bölümünden bir alıntıyı sizlerle paylaşmak istedim.

Ulus-Devletin Oluşumu

Birinci Dünya Savaşı öncesindeki on yıllar genellikle milliyetçiliğin yükseliş dönemi olarak değerlendirilse de bu dönem, ulus-devletin tartışmasız altın çağı olarak nitelendirilemez.

Afrika’nın sömürgeleştirilmesi, uluslararası düzeyde gergin bir siyasi ortam yaratmış ve birçok ulus-devlet, toprak ele geçirerek sömürgeci bir güç olma yarışına girmiştir. İmparatorluk statüsü, o dönemde “uygar” bir ülke olmanın vazgeçilmez bir göstergesi olarak kabul edilmiştir. Bu bağlamda, yalnızca Birleşik Krallık, Fransa, Hollanda, İspanya ve Portekiz gibi geleneksel sömürgeci güçler değil, aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri, Belçika, İtalya, Almanya ve Japonya gibi (görece yeni) ulus-devletler de denizaşırı topraklar ele geçirme çabasına girişmiştir.

Bu süreçte irredantist (kaybedilmiş toprakları geri alma) hareketler de dikkat çekici bir şekilde ivme kazanmıştır. Bu hareketler, ulusal sınırların ötesinde yaşayan halklarla yeniden birleşmeyi ve ülke topraklarını genişletmeyi hedeflemiştir. Etnik olarak karmaşık bölgelerde yaşayan bu halkların varlığı, bu hareketler açısından ciddi bir engel olarak görülmemiştir.

Örneğin, İtalya’da irredantist söylemler giderek daha fazla destek kazanmış, Almanya’da ise Alldeutscher Verband (Pangermen Birliği) hızla etkili bir siyasi güç haline gelmiştir. Benzer şekilde, 1908 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nda iktidara gelen Jön Türkler, Türk dilli tüm halkların tek bir ulus-devlet çatısı altında birleşmesini savunmuş, 1910’da ise Eleftherios Venizelos liderliğindeki Yunan hükümeti “Büyük Yunanistan” fikrini resmi olarak benimsemiştir.

Doğu Asya’ya bakıldığında, radikal milliyetçi Zhang Binglin, gelecekteki Çin Cumhuriyeti’nin Vietnam ve Kore’yi de içine alması gerektiğini savunmuştur. Bu önerisini, söz konusu bölgelerin Çin yazı sistemini kullanması ve benzer kültürel geleneklere sahip olmasıyla temellendirmiştir. Bununla birlikte, Tibetliler, Müslümanlar ve Moğolların Çinlilerle çok az ortak noktası olduğunu kabul ederek, bu grupların kendi bağımsız devletlerini kurabileceğini de ifade etmiştir.

Jön Türkler’in Yeni Anayasa Hakkında Bildirisi

İsveç ve Norveç

Bu çalkantılı siyasi atmosferde, kişisel birliklerin baskı altında kalması şaşırtıcı değildir. İlk ayrılan birliklerden biri, Lüksemburg ile Hollanda arasındaki birlik olmuştur. Lüksemburg’da kadınların taht hakkı bulunmadığından, 1890 yılında Hollanda tahtına çıkan Kraliçe Wilhelmina, Lüksemburg “Büyük Düşesi” olamamıştır. Norveç’te ise artan gerilimler, demokratikleşme sürecine bağlı olarak şekillenmiştir. 1814’ten itibaren İsveç ile bir kişisel birlik içerisinde bulunan Norveç, bu süreçte kendi anayasasını ve parlamentosunu korumayı başarmıştır. Ancak kültürel, ekonomik ve siyasi entegrasyon sınırlı kalmış, iki devlet arasındaki ilişkiler genelde olumlu bir düzeyde seyretmiştir.

Bu dengeli ilişki, 1885 yılında değişmeye başlamıştır. İsveç parlamentosu, o zamana kadar kralın sorumluluğunda olan Dışişleri Bakanlığı üzerinde resmi yetki elde etmiştir. İsveç yasama organının artan gücü, Norveç’te büyük bir tepki yaratmış; çünkü benzer haklar Norveç parlamentosunda tanınmamıştır. Bu durum, birliğe karşı direnişi körüklemiştir. Norveç milliyetçiliği ise, birliğin tamamını kapsayan ve esasen İsveç’in ticari çıkarlarını gözeten korumacı politikaların uygulanmasıyla daha da güçlenmiştir.

Sonuç olarak, 1905 yılında Norveç parlamentosu birliğin feshedilmesi yönünde karar almıştır. Yapılan halk oylamasında, halkın ezici bir çoğunluğu bağımsızlıktan yana oy kullanmıştır. İsveç, bu sonucu kabul etmiş ve böylece bağımsız bir Norveç ulus-devleti ortaya çıkmıştır.

1905’te Kral Haakon VII’nin Tahta Çıkışı

19. yüzyılın sonlarında birçok Avrupa imparatorluğu artan baskılarla karşı karşıya kaldı. Bu imparatorluklardan ilk gerileyenlerden biri İspanya oldu. Latin Amerika anakarasını kaybetmesiyle İspanya, ikinci sınıf bir güç haline geldi. Bununla birlikte, hâlâ değerli sömürgelere sahipti ve özellikle Küba oldukça kârlı bir konumdaydı. Ancak 1837’de kabul edilen anayasa, denizaşırı sömürgelerde geçerli değildi. Bu durum, sömürge elitlerinin siyasi özerklik ve vatandaşlık haklarının tanınmasını talep etmesine yol açtı. Kübalı reformistler, İngiliz sömürge meclislerinden ve 1867’de Kanada’nın elde ettiği siyasi özerklikten ilham almıştı. Ancak İspanyol makamlarının anlamlı bir taviz vermeyi reddetmesi, 1868’de başlayan ve on yıl süren büyük bir Küba ayaklanmasına neden oldu.

Küba ve Filipinler’de Milliyetçi Ayaklanmalar

José Martí ve José Rizal gibi yazarların ilham verdiği yeni milliyetçi hareketler, 1895’te Küba’da ve 1896’da Filipinler’de ortaya çıktı. İspanya, özellikle Küba’daki ayaklanmaları sert bir şekilde bastırmaya çalıştı. Ancak bu girişimler, ABD’nin “Küba halkını özgürleştirme” bahanesiyle müdahalede bulunmasına zemin hazırladı. Kısa süren bir savaşta ABD, İspanya’ya aşağılayıcı bir yenilgi yaşattı. Savaşın ardından Porto Riko ABD tarafından ilhak edilirken, Filipinler Amerikan kolonisi haline geldi. Küba görünürde bağımsızlığını kazandıysa da, aslında ABD’nin gayriresmî bir protektorası haline geldi. Benzer bir durum, birkaç yıl sonra bağımsızlığını kazanan Panama’da da görüldü.

İspanya’nın İç Tepkileri

İspanya-Amerika Savaşı’ndaki yenilgi, İspanya içinde ciddi siyasi ve toplumsal etkiler yarattı. Ülkenin en gelişmiş ve refah seviyesi yüksek bölgeleri olan Katalonya ve Bask Bölgesi, Madrid yönetiminden giderek uzaklaştı. Bu süreçte, siyasi sistemin temelini oluşturan patronaj ağları ciddi eleştirilere maruz kaldı. Aynı zamanda, şehirlerdeki seçimleri manipüle etmek giderek zorlaşmıştı. Bu ortamda, 1895’te kurulan muhafazakâr Bask Milliyetçi Partisi, söylemini yumuşatarak seçimlerde önemli başarılar elde etmeye başladı.

Katalonya’da ise, geç Romantizm döneminden itibaren Katalan dili ve kültürü üzerine yapılan çalışmalar, 19. yüzyılın sonlarına doğru hızla büyüyen bir özerklik hareketinin temelini oluşturdu. 1867’deki Avusturya-Macaristan Uzlaşması (Ausgleich), Katalan özerklik hareketi için güçlü bir ilham kaynağı oldu. Ancak İspanyol İmparatorluğu’nun son sömürgelerini kaybetmesinin ardından Katalan ekonomik elitleri, merkezi hükümet partileriyle olan bağlarını kopardı. Bu bağlamda, yeni kurulan Regionalist İttifak ilk seçim zaferlerini elde etti ve kısa sürede Katalonya’nın dört vilayetinde baskın bir siyasi güç haline geldi.

İspanyol hükümeti, merkeziyetçi sisteme yönelik artan hoşnutsuzluğu yatıştırmak amacıyla, 1914 yılında Katalonya’ya sınırlı bir özerklik tanıdı. Bu düzenleme, İrlanda’nın özerklik (Home Rule) planlarından esinlenmişti.

İspanyol-Amerikan Savaşı Sırasında İspanyol Propaganda Posteri

Birleşik Krallık

Benzer eğilimler ve gerilimler Britanya İmparatorluğu’nda da görülmekteydi. Ancak burada önemli bir fark vardı: Birleşik Krallık, gücünün zirvesindeydi ve bu durum hükümetin iradesini daha kolay bir şekilde dayatmasını sağlıyordu. Halkın artan siyasi bilinçlenmesi ve genişleyen seçme hakkı, özerklik taleplerini beraberinde getirdi. Bu talepler, Kanada’nın modelini izleyen beyaz kolonilere göre kolay bir şekilde karşılık buldu ve bu kolonilere dominion (özerk bölge) statüsü tanındı.

1850’li ve 1860’lı yıllarda bu kolonilerin çoğu, seçilmiş meclisler ve “sorumlu bir hükümet” sistemine sahipti. 1901 yılında, Avustralya’daki altı koloni birleşerek bir federasyon kurdu ve bir anayasa kabul etti. Benzer şekilde, farklı kolonilerin birleşmesiyle 1910 yılında Güney Afrika Birliği oluşturuldu. Yeni Zelanda ise 1907’de bir dominion statüsü kazandı.

İrlandalı Avustralyalıların Parnell’in Özerklik Mücadelesine Verdiği Coşkulu Destek. 16 Mart 1889 tarihli Queensland Figaro and Punch dergisinin kapağında, İrlandalı Avustralyalıların Charles Stewart Parnell’in İrlanda için özerklik mücadelesine verdikleri coşkulu destek tasvir edilmektedir. Bu görüntü, Parnell’in Home Rule hareketinin uluslararası boyutunu ve İrlanda diasporasının bu mücadeledeki aktif rolünü yansıtmaktadır.

1801 yılında İngiltere Kralı altında kişisel bir birlik statüsünde olan İrlanda, Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı’na dönüştü. Bu düzenleme, İrlanda Parlamentosu’nun feshedilmesi ve Westminster’daki parlamentoda İrlanda’ya bir dizi sandalye verilmesi anlamına geliyordu. Ancak İrlanda ile Britanya arasındaki ilişkiler tarihsel olarak sorunlu bir zeminde ilerledi ve çeşitli isyanlara neden oldu. Seçim hakkının genişletilmesi, milliyetçi programların seçmen tabanında daha güçlü bir şekilde destek bulmasını sağladı.

Home Rule hareketi, 1870’lerde ortaya çıktı ve ilerleyen yıllarda daha geniş bir destek kazandı. Charles Stewart Parnell liderliğinde İrlanda Parlamento Partisi, İrlanda seçim bölgelerinde sürekli çoğunluk elde etti. Parnell’in girişimleriyle bir Home Rule yasası hazırlanmasına karar verildi. Ancak bu yasa, ancak dördüncü denemede 1914 yılında kabul edildi ve Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle hemen askıya alındı. İskoçya’da ise Parnell’in etkisiyle 1886 yılında bir Home Rule Derneği kuruldu ve yerel yönetim için lobi çalışmaları başladı. Ancak 1913’te hazırlanan İskoç Home Rule yasası da aynı sebeple askıya alındı.

Britanya İmparatorluğu’ndaki Diğer Milliyetçi Hareketler

Britanya İmparatorluğu’nun diğer bölgelerinde de milliyetçi hareketler ortaya çıktı, ancak bu hareketlerin önemli tavizler alması oldukça zordu. Örneğin, Albay Ahmed Urabi, “Mısır Mısırlılarındır” sloganıyla devlet maliyesi üzerindeki yabancı kontrole karşı çıktı ve anayasal bir düzen talep etti. Ancak 1882’de İngiltere’nin gerçekleştirdiği askeri müdahale sonucunda, Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı bir eyalet olan Mısır, fiilen bir İngiliz protektorası haline geldi.

1885 yılında Hindistan’da Hindistan Ulusal Kongresi, yerli halkın çıkarlarını savunmak amacıyla kuruldu. Kongre, özellikle kamu hizmetlerine eşit erişim ve sınırlı siyasi katılım taleplerinde bulundu. Ancak 1909’da kabul edilen Indian Councils Act (Hint Konseyleri Yasası) ile Britanya, sınırlı tavizler vermekle yetindi. Bu yasa kapsamında Hintli temsilcilere merkezi ve bölgesel meclislerde daha fazla sandalye verildi, ancak koloniyal yönetim hâlâ sandalyelerin çoğunluğunu elinde tutuyordu. 1899-1902 yılları arasındaki İkinci Boer (Çiftçi) Savaşı, bağımsızlığın Londra’nın çıkarlarıyla çeliştiği durumlarda imkânsız olduğunu gösterdi.

Bu savaş sonucunda beyaz Boer (Çiftçi) cumhuriyetleri olan Transvaal ve Orange Free State, Britanya sömürge imparatorluğuna dâhil edildi. Ancak bu bölgeler, “uygar” beyaz devletler olarak kendi kendini yönetme haklarını korudu ve 1910’da Güney Afrika Birliği’ne katıldı.

Viyana’da Doğum Günü Sergisi Posteri (1898). İmparator Franz Josef I’in hükümdarlığının ellinci yılı anısına düzenlenen 1898 Viyana Doğum Günü Sergisi için hazırlanan poster.

Avusturya-Macaristan

Avusturya-Macaristan, merkezkaç güçlerle başa çıkmak konusunda yeterince donanımlı değildi ve bu nedenle büyük ölçüde yumuşak güce dayandı. Çift monarşi, çok etnikli bir imparatorluk olmasına rağmen, bir ulus-devletin temel unsurlarını benimsemişti: hukuki eşitlik sağlayan bir anayasa, etkin bir hükümet, işleyen bir hukuk sistemi ve zorunlu askerlik esasına dayalı bir ordu. 1907’de, imparatorluğun Avusturya kısmında tüm erkeklere genel oy hakkı tanındı.

Nüfusun sadece üçte birini oluşturan Almanca konuşan baskın grup, bir asimilasyon politikası uygulayacak güce sahip değildi. Ancak siyaset dil meseleleri etrafında kutuplaştı. Ortaöğretimde Almanca hâlâ ana öğretim diliyken, ilköğretimde azınlık dilleri eşit statüye sahipti. 1868’de, Avusturya sekiz yıllık zorunlu eğitimi içeren bir eğitim sistemi kurdu. Bu sistem, çeşitli milliyetçi hareketlerin okul yönetimlerinde söz sahibi olma girişimlerini artırdı ve topluluklar arasındaki siyasi gerilimi büyüttü.

Dil politikalarının kurumsallaşması, pratik bir sorun olan dil meselesini ulusal haklar meselesine dönüştürdü. Yine de 20. yüzyılın başlarında, Moravya, Bukovina ve Galiçya gibi taç ülkelerinde dil sorunlarına yönelik pragmatik uzlaşılar sağlanabiliyordu. Merkezi hükümet ise imparatora olan geleneksel sadakati teşvik etmeye çalıştı ve bu çabalar, Franz Joseph’in 1898’deki altın hükümdarlık yıldönümünün kutlamalarında doruk noktasına ulaştı.

Macaristan’da seçme hakkı oldukça sınırlıydı ve bu durum siyaseti büyük ölçüde Macarca konuşan soyluların tekelinde bıraktı. 1867’deki Ausgleich’tan sonra Macar hükümeti, aktif bir asimilasyon politikasını hayata geçirdi. 1850’lerde nüfusun yaklaşık yarısının ana dili olan Macarca, 1867’de tek resmi dil haline getirildi. Ancak hiçbir azınlık dili Macarca ile aynı dil ailesinden gelmiyordu ve bu da Macarca öğrenimini zorlaştırıyordu. Macaristan’ın ulus inşa politikası, Fransa’nın Üçüncü Cumhuriyet dönemi politikalarına kıyasla birkaç önemli dezavantaj taşıyordu. İlk olarak, ordu hâlâ imparatorun kontrolü altındaydı ve emir dili Almanca olarak kalmıştı. Ayrıca, Romence, Slovakça ve Sırpça gibi azınlık dilleri alay dilleri olarak kullanılmaya devam ediyordu. Bu nedenle ordu, Macar ulusallaştırma çabaları için etkili bir araç olamadı.

Bu nedenle köylülerin Macarca öğrenmesini teşvik edecek bir motivasyon bulunmuyordu ve ulus inşa çabalarına ayrılan bütçe bu nedenle sınırlı kaldı. Ayrıca, ilkokullar büyük ölçüde farklı dini cemaatlerin kontrolündeydi. Bu cemaatler genellikle etnik ve dilsel ayrımlar temelinde örgütlenmişti ve öncelikleri milliyetçi ideolojik eğitim yerine dini öğretimdi. Ancak zamanla bu okullar, Macarcanın ana öğretim dili olarak kullanılması konusunda zorunlu tutuldu.

1902 yılında, okulların müfredatına Macar tarihi, coğrafyası ve vatandaşlık bilgisi dersleri eklendi. Eğitim ise ancak 1907 yılında ücretsiz ve zorunlu hale getirildi.

Dilsel asimilasyonun tabandan gelen bir dinamik olarak etkili olmamasının bir diğer nedeni, Macaristan’ın genişleyen bir bürokrasiye sahip olmaması ve gençler için cazip iş fırsatları sunabilecek kolonilerinin bulunmamasıydı. Bununla birlikte, nüfus sayımları, Macar nüfus oranının 1850’de %41,5 iken 1910’da %54,4’e yükseldiğini göstermektedir. Ancak bu artış, büyük ölçüde Yahudi topluluklarının Macarcanın benimsenmesinden kaynaklandı. Diğer etnik azınlıklar ise Macarlaştırma politikalarını bir baskı aracı olarak değerlendirdi. Bu durum, birçok azınlık grubunun kendi milliyetçi derneklerini kurmasına yol açtı. Bazı bireyler ise komşu ülkelere veya Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmeyi tercih etti.

***Prof. Dr. Eric Storm, Leiden Üniversitesi’nde Avrupa tarihi alanında uzmanlaşmış bir akademisyendir. Özellikle 19. ve 20. yüzyıl Avrupa tarihi, milliyetçilik ve bölgeselcilik konularında çalışmaktadır. Aynı zamanda İspanya tarihi üzerine derinlemesine araştırmalarıyla tanınmaktadır. Storm, karşılaştırmalı bir perspektifle ulus-devletlerin oluşumu ve tarihsel dinamiklerini incelemektedir.

Abonelik

- Özel röportajlar

- Sıcak gelişmeler

- Akademik çalışmalar

Yeni Yazılar

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz