14.5 C
İstanbul
19 Nisan 2025, Cumartesi
Ana SayfaOkyanuslarDenizin Derinlikleri Yağmalanıyor mu?

Denizin Derinlikleri Yağmalanıyor mu?

Tarih:

Önerilen Yazılar

Dünya Neden Kırılma Noktasına Geldi?

UNU-EHS'nin 2025 raporu, felaketleri değil, onları doğuran sistemleri ve...

Yapay Zekâ Devrimi: Eşitsizlikle Kodlanan Bir Gelecek

Yapay Zekâ ve İnsan İşbirliği “Bazen bir devrim, sadece makineleri...

Pestisitler Ekosistemi Öldürüyor mu?

Kimyasalların Sessiz Yolu BY Mehmet Cömert / BRÜKSEL Tarımda verimliliği artırma...

ABD İran’ı Vuracak mı?

Diego Garcia’dan Yükselen Sessiz Tehdit ve Nükleer Diplomasi Üzerine...

Alevlere Karşı Yapay Zekâ İşe Yarar mı?

Türkiye'de çıkan orman yangınları BY Mehmet Cömert / BRÜKSEL FireSat projesi,...

Pioneer II adlı derin deniz madencilik aracı

BY Mehmet Cömert / BRÜKSEL

Derin Denizlerdeki Stratejik Hazine: Nadir Metallerin Peşindeki İnsanlık ve Çevresel İkilemler

Küresel ölçekte nadir metaller üzerindeki talep, gün geçtikçe artmakta ve bu artış, söz konusu elementlerin stratejik önemini daha da belirgin hale getirmektedir. Devletler ve çok uluslu şirketler, enerji dönüşüm teknolojilerinin temelini oluşturan bu kritik hammaddelerin peşine düşerek gözlerini yeryüzünün son keşfedilmemiş “El Dorado”su olarak tanımlanan okyanusların derinliklerine çevirmiştir. Su yüzeyinin binlerce metre altındaki deniz tabanlarında, bataryalardan rüzgâr türbinlerine kadar birçok yenilenebilir enerji teknolojisinin vazgeçilmez bileşenleri olan metallerin devasa rezervleri yer almaktadır.

Ancak bu durum, ciddi bir etik ve çevresel ikilemi de beraberinde getirmektedir:

Derin deniz madenciliği faaliyetleri, ekolojik açıdan meşru ve sürdürülebilir midir? İnsanlık, hâlâ büyük ölçüde keşfedilmemiş olan bu karmaşık ve hassas ekosistemlere müdahale ederek iklim krizine karşı mücadelede bir adım mı atmaktadır, yoksa bu müdahale yeni ve geri döndürülemez bir çevresel felaketi mi tetikleyecektir?

Nikel, kobalt, manganez ve bakır gibi stratejik öneme sahip metallerin okyanus tabanlarında bulunduğu uzun süredir bilinmektedir. Ancak, bu kaynakların tam olarak ne kadar olduğu, hangi coğrafi bölgelerde yoğunlaştığı ve çıkarılmalarının ekonomik maliyetleri hâlâ belirsizliklerle doludur. Bu bilinmezliklere rağmen, bazı siyasi aktörler bu alandaki yatırımları geciktirmeksizin hızlandırma eğilimindedir. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde yeniden başkanlık görevine gelen Donald Trump, önceki döneminde şirketlerin Birleşmiş Milletler’in onayına gerek kalmaksızın deniz tabanında madencilik yapabilmesine olanak tanıyacak bir düzenleme üzerinde çalışmıştır. Reuters’ın aktardığına göre, bu tür bir girişim sadece ekonomik değil, aynı zamanda çevresel kaygıları da ciddi biçimde tetiklemiştir. Çünkü söz konusu madencilik faaliyetlerinin yalnızca potansiyel rezervler üzerindeki etkisi değil, aynı zamanda deniz tabanında yaşayan çok sayıda bilinmeyen canlı türü üzerindeki olası zararları da büyük oranda bilinmemektedir.

Leiden Üniversitesi Endüstriyel Ekoloji Profesörü René Kleijn

Peki elimizde bu konuda ne kadar somut veri bulunmaktadır? Binlerce metre derinlikte gerçekleştirilmesi planlanan bu madencilik operasyonları teknik olarak nasıl yürütülmektedir ve bunların gezegenimizin ekolojik dengesi üzerindeki olası etkileri nelerdir?

Bu sorulara yanıt ararken, bu alandaki en yetkin uzmanlardan biri olan Hollanda’nın Leiden Üniversitesi Endüstriyel Ekoloji Profesörü René Kleijn’in değerlendirmelerine başvuruyoruz. Kleijn, derin deniz madenciliği ile sürdürülebilirlik arasındaki gerilimi, kaynak yönetimi, döngüsel ekonomi ve ekolojik riskler bağlamında kapsamlı biçimde analiz etmektedir.

Okyanusların Altında Ne Var?

Deniz tabanındaki manganez yumruları, değerli metaller içerebilir. | Fotoğraf: Getty Images

Yerkürenin enerji açlığını giderecek metallerin peşinde olan gözler artık yalnızca dağlara ya da çöllere çevrilmiyor — okyanusların binlerce metre altı, madencilik dünyasının yeni cephesi olma yolunda. Bu sualtı boşluklarında, yüz milyonlarca yılın ürünü olan ve içeriğinde bolca bakır, nikel, kobalt ve manganez barındıran taş benzeri oluşumlar yatıyor. Bilim insanları bunlara “manganez yumruları” diyor, ama bu masum isim, aslında çok büyük ekonomik ve politik çıkarların merkezinde yer alıyor.

Enerji dönüşümüne dayalı yeni çağda — elektrikli araçlardan güneş panellerine kadar — her bir teknolojik adım bu metallerin varlığına bağlı. Ve bu geçişin hızı arttıkça, kaynakların kontrolü de jeopolitik bir meseleye dönüşüyor. Uluslararası Enerji Ajansı, örneğin 2040’a gelindiğinde lityum ve nikel gibi metallerin talebinin en az iki katına çıkacağını öngörüyor.

Madencilik 6000 Metre Derinlikte Nasıl Mümkün Oluyor?

Bu kaynaklara ulaşmak için kullanılan teknolojiler, bilim-kurguyu geride bırakacak ölçüde gelişmiş durumda. Gözle görülmeyecek kadar uzak bir derinliğe, kablolarla bağlı robotik sistemler indiriliyor. Bu makineler, deniz tabanında ilerleyerek yüzeydeki yumruları ya vakumla çekiyor ya da bulundukları zeminle birlikte sıyırıyor. Ardından, bu karışım kilometrelerce uzunluktaki boru sistemleriyle yüzeye pompalanıyor ve burada bekleyen gemilere aktarılıyor.

Ancak bu sistemler henüz ticari olgunluğa ulaşmış değil. Teknoloji karmaşık, operasyon pahalı ve çevresel riskler tam anlamıyla ölçülebilmiş değil.

Şimdilik bu operasyonlar, daha çok potansiyel bir gelecek için yapılan devasa mühendislik denemeleri niteliğinde.

Gerçekten O Kadar Metal Orada mı?

Cevap büyük ölçüde evet, ama detaylar hâlâ muğlak. En çok dikkat çeken bölge, Hawaii ile Meksika arasında uzanan Clarion-Clipperton Kuşağı. Bilimsel araştırmalar, bu bölgede milyarlarca tonluk polimetalik yumru bulunduğunu gösteriyor. Uluslararası Deniz Yatağı Otoritesi (ISA), yalnızca bu kuşakta yer alan rezervlerin milyonlarca ton metal içerdiğini belirtiyor.

Bazı özel şirketler — örneğin Kanada merkezli The Metals Company — bu alanlarda ticari kazı faaliyetlerine başlamaya hazır. Ancak birçok bilim insanı uyarıyor: veriler büyük ölçüde modellemelere ve keşif gezilerine dayanıyor. Yani orada gerçekten ne kadar malzeme olduğu, bunun ne kadarının ekonomik olarak çıkarılabileceği ve çevresel bedelinin ne olacağı, henüz net değil.

Deniz Tabanında Kimin Söz Hakkı Var?

Uluslararası deniz hukukuna göre, her ülke kendi kıyısından itibaren 200 deniz mili (yaklaşık 370 kilometre) uzaklıktaki alanda doğal kaynaklar üzerinde mutlak egemenliğe sahiptir. Bu sınırların ötesindeki deniz tabanı ise, artık hiçbir devlete ait değildir; “insanlığın ortak mirası” olarak tanımlanır. Ancak bu idealist tanım, büyüyen ekonomik iştahlar ve artan jeopolitik rekabet karşısında fazlasıyla kırılgan hale gelmiştir.

Bu sınır-ötesi bölgelerde yürütülecek madencilik faaliyetlerinin denetiminden, Birleşmiş Milletler’e bağlı olarak çalışan Uluslararası Deniz Yatağı Otoritesi (ISA) sorumludur. ISA, yıllardır üzerinde çalıştığı “Madencilik Kanunu” (Mining Code) ile derin denizlerdeki kaynak kullanımını düzenlemeye çalışmaktadır. Ancak süreç yavaş ilerlemektedir. Mülkiyet hakkı, gelir paylaşımı, çevresel koruma yükümlülükleri ve kurumsal hesap verebilirlik gibi temel konularda yaşanan derin uzlaşmazlıklar, küresel bir çerçevenin oluşmasını zorlaştırmaktadır. Kaygıların temelinde ise şu soru yatmaktadır: Deniz tabanından çıkarılan zenginlik kimin olacak? Ve bu zenginlik kimin zararına gerçekleşecek?

Derin Okyanus: Bilinmezliğin Eşiğinde Bir Ekosistem

Bu noktada asıl sorunun ekonomik değil, ekolojik olduğunu vurgulamak gerekir. Derin denizler, gezegenin en az keşfedilmiş ve en kırılgan ekosistemlerinden birini barındırır. Yalnızca fiziksel ulaşımın zorluğu nedeniyle değil, aynı zamanda biyolojik çeşitliliğin özgünlüğü ve yavaş evrimi nedeniyle de büyük bir bilinmezlik içindedir.

Manganez yumruları, yalnızca metal rezervi değil; aynı zamanda bu ekosistemin temel yapı taşlarıdır. Mikroorganizmalardan daha büyük omurgasızlara kadar birçok canlı türü, bu yapıları yaşam alanı, sığınak ve üreme sahası olarak kullanmaktadır. Bu habitatların gelişimi milyonlarca yıl almıştır; tahrip edilmeleri halinde telafi süreci, insan yaşam süresinin çok ötesindedir.

Bu tespiti doğrulayan en çarpıcı örneklerden biri, 1979 yılında Pasifik Okyanusu’nda yapılan deneysel bir kazı operasyonudur. Bu çalışmada kullanılan rotatif bir tarama aracı, deniz tabanında izler bırakmıştı. 40 yıl sonra aynı bölge incelendiğinde, bu izlerin hâlâ net biçimde durduğu tespit edildi. Söz konusu araştırma, saygın bilim dergisi Nature’da yayımlanarak, deniz tabanı ekosisteminin ne derece hassas ve kendini toparlamaktan uzak olduğunu bilimsel olarak belgelemiştir.

ABD’nin Oyun Dışı Stratejisi: Trump Dönemi Girişimleri

Burada küresel düzenin kırılganlığını daha da artıran bir gelişme, ABD’nin Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni (UNCLOS) hiçbir zaman onaylamamış olmasıdır. Bu durum, Washington’a BM denetiminden bağımsız hareket etme imkânı tanımaktadır. Özellikle Donald Trump yönetimi, bu boşluğu stratejik bir avantaja dönüştürmeye çalışmıştır.

Reuters’ın ulaştığı bilgilere göre, Trump’ın ekibi, Amerikan şirketlerine doğrudan derin deniz madenciliği ruhsatı verecek bir başkanlık kararnamesi üzerinde çalışmaktadır. Bu kararname, şirketlere Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi (NOAA) üzerinden resmi izinler sağlayacak ve süreci BM organlarından bağımsızlaştıracaktır.

Bu yaklaşım, yalnızca bürokratik engelleri aşma çabası değildir. Aynı zamanda, Çin’in son yıllarda Clarion-Clipperton Kuşağı başta olmak üzere okyanus altı kaynaklarda elde ettiği etkiyi dengelemeyi amaçlayan jeopolitik bir hamledir. Pekin, hâlihazırda çok sayıda bölgede maden çıkarma haklarını güvence altına almış durumda. ABD’nin bu adımı atması halinde, diğer ülkelerin de ISA çerçevesinden çekilerek bireysel yol haritaları oluşturması olasıdır.

Kleijn, bu sürecin küresel yönetişimin çözülmesi anlamına geleceğini savunuyor:

“Trump yönetiminin bu girişimi sürpriz değil. ABD, uzun süredir doğa ve iklim politikalarında kolektif yaklaşımlardan uzak durmayı tercih ediyor. Eğer bu adım atılırsa, yalnızca çevre değil, uluslararası hukuk düzeni de ciddi bir erozyona uğrayabilir.”

Norveç ve Japonya Derin Deniz Madenciliğinde Neden Farklı Yollar İzliyor?

Derin deniz madenciliği alanında gözler çoğunlukla ABD ve Çin üzerinde yoğunlaşsa da, Norveç ve Japonya gibi ülkeler sessiz ama etkili hamlelerle bu küresel yarışın önemli aktörleri hâline geliyor.

2024 yılı başında Norveç, Arktik bölgesindeki Spitsbergen yakınlarında deniz tabanı sondajı başlatmayı planladığını duyurdu. Ancak bu girişim, çevreci tepkilerin odağına yerleşti.

Koalisyon hükümetine dışarıdan destek veren Sosyalist Sol Parti (SV), bütçe müzakerelerinde bu planı engelledi. Böylece Norveç, şimdilik fiili bir moratoryum ilan etmiş oldu. Yapılan jeolojik ön araştırmalar, Norveç’in deniz altı kaynaklarında ciddi rezervler barındırdığını gösteriyor. Sadece Spitsbergen çevresindeki bakır rezervinin 38 milyon tonu aşabileceği tahmin ediliyor.

Kararın ardından Greenpeace Norveç yetkilileri, bu gelişmeyi “derin deniz madenciliği sektörünün sonunu getirecek bir dönüm noktası” olarak nitelendirdi.

Buna karşılık Japonya, bu alandaki kararlılığını sürdürüyor. Tokyo yönetimi, Pasifik Okyanusu’nda belirlediği bölgelerde manganez yumrularını çıkarmak için çalışmalara başlamak üzere. İlk tahminler, yaklaşık 610.000 ton kobalt ve 740.000 ton nikel rezervine işaret ediyor. Bu miktar, Japonya’nın orta vadeli stratejik metal ihtiyacını karşılayabilecek düzeyde.

Derin Deniz Madenciliği Gerçekten Yakın mı?

Derin deniz madenciliği, giderek artan stratejik rekabetin bir parçası olarak uluslararası bir yarışa dönüşmüş durumda. Özellikle ABD’nin uluslararası normların dışına çıkan tek taraflı girişimleri, bu süreci daha da hızlandırma potansiyeline sahip. Ancak bilimsel çevreler, bu alanda sergilenen iyimserliğe ciddi şüpheyle yaklaşıyor.

Prof. Dr. René Kleijn, Trump’ın söylemlerini eleştirerek şu yorumu yapıyor:

“Derin deniz tabanında altın külçeleri varmış gibi davranıyorlar. Oysa teknik gerçeklik çok daha karmaşık.”

Kleijn’e göre, bu ölçekte bir madencilik için gereken robotik sistemler, pompalama altyapısı ve çevresel kontrol mekanizmaları henüz yeterince gelişmiş değil.

Ayrıca, milyarlarca dolarlık yatırım gerektiren bu süreç, yalnızca teknik değil, ekonomik olarak da oldukça kırılgan. Gerçek anlamda verimli üretim için onlarca yıllık bir süre gerektiği tahmin ediliyor.

Bu durumda derin deniz madenciliği, kısa vadede çözüm olmaktan ziyade, yüksek riskli, uzun vadeli ve belirsizliklerle dolu bir jeopolitik yatırım olarak değerlendirilmek zorunda.

Peki, Bundan Sonra Ne Olacak?

Derin deniz madenciliği, yalnızca bir mühendislik veya enerji meselesi değil; aynı zamanda ekolojik sorumluluk, jeopolitik rekabet ve etik sınırların kesiştiği bir kırılma noktasıdır. Prof. Dr. René Kleijn’in de vurguladığı gibi, mesele artık “çıkarabilir miyiz?” değil, “çıkarmalı mıyız?” sorusuna evriliyor.

Bilimsel belirsizlikler, teknolojik eksiklikler ve geri döndürülemez doğa tahribatı riskleri göz önünde bulundurulduğunda, aceleyle atılacak her adım, okyanusların derinliklerinde telafisi olmayan yaralar açabilir. Bu nedenle, ekonomik kazanç hırsı ile ekolojik sağduyu arasındaki denge, önümüzdeki yılların en zorlu sınavlarından biri olacak gibi görünüyor.

Abonelik

- Özel röportajlar

- Sıcak gelişmeler

- Akademik çalışmalar

Yeni Yazılar

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz