9.7 C
İstanbul
19 Nisan 2025, Cumartesi
Ana SayfaTarihTarımın İcadı: Tarihin En Büyük Hatası mı?

Tarımın İcadı: Tarihin En Büyük Hatası mı?

Tarih:

Önerilen Yazılar

Dünya Neden Kırılma Noktasına Geldi?

UNU-EHS'nin 2025 raporu, felaketleri değil, onları doğuran sistemleri ve...

Yapay Zekâ Devrimi: Eşitsizlikle Kodlanan Bir Gelecek

Yapay Zekâ ve İnsan İşbirliği “Bazen bir devrim, sadece makineleri...

Pestisitler Ekosistemi Öldürüyor mu?

Kimyasalların Sessiz Yolu BY Mehmet Cömert / BRÜKSEL Tarımda verimliliği artırma...

ABD İran’ı Vuracak mı?

Diego Garcia’dan Yükselen Sessiz Tehdit ve Nükleer Diplomasi Üzerine...

Alevlere Karşı Yapay Zekâ İşe Yarar mı?

Türkiye'de çıkan orman yangınları BY Mehmet Cömert / BRÜKSEL FireSat projesi,...

“Ahlak: Tarih Öncesinin İyilik ve Kötülüğünden Bugünün Kutuplaşmasına”

BY Hanno Sauer

Mohenjo-daro’dan: Büyük Kaplarda Tarım Ürünleri Taşıyan Öküz Arabasının Kil ve Ahşaptan Yapılmış Modeli. Günümüz Pakistan’ında, İndus Vadisi Uygarlığı’na ait bu antik kent, M.Ö. 19. yüzyılda terk edilmiştir. (CC BY-SA 3.0 – Soban – wiki)

Ahlak: Tarih Öncesinin İyilik ve Kötülüğünden Bugünün Kutuplaşmasına” adlı eserinde Alman filozof Hanno Sauer, insan ahlakının tarihine ışık tutarak okuyucuyu derinlemesine bir entelektüel yolculuğa davet ediyor. Tarih Dergisi Historiek’te bu kitaptan bir bölüm paylaşıldı ve biz de Tabiruz.com’a, günümüzde yeniden alevlenen bu önemli tartışmayı aktarıyoruz: Tarımın ortaya çıkışı insanlık için bir ilerleme miydi, yoksa tarihin en büyük hatalarından biri mi?

Tarihin En Büyük Hatası

Hiyerarşi ve eşitsizliğe geçiş sürecinde en önemli faktörlerden biri, giderek daha yerleşik bir yaşam biçiminin benimsenmesi ve tarımın gelişimi olmuştur. Yaklaşık on bin yıl önce, buzul çağının sona ermesiyle birlikte, yüz binlerce yıl süren istikrarsızlık döneminin ardından – ki bu süreç insanı daha zeki ve öğrenmeye daha yatkın hale getirmiştir – ilk kez tarımı başarılı bir şekilde sürdürmeye, evcilleştirilmiş hayvanları beslemeye ve bitkileri sistemli bir şekilde yetiştirmeye elverişli iklim koşulları ortaya çıkmıştır. Tarıma dayalı bu yeni yaşam biçimi, insanlara hem içsel hem de dışsal anlamda güvenlik ve istikrar sağlamış, gıda arzında sürekliliği mümkün kılmış ve doğanın rastlantısal adaletsizliklerine karşı bir koruma kalkanı oluşturmuştur.

Bununla birlikte, coğrafyacı ve tarihçi Jared Diamond, klasik ve modern uygarlıkların yükselişini ve çöküşünü ele aldığı eserlerinde, tarımın icadını “insanlık tarihindeki en büyük hata” olarak tanımlar. Ancak bunun sebebi nedir? İnsan doğasının ilk hali, yani devlet öncesi yaşam, bir lanet miydi, yoksa bir nimet mi? Bu soru, siyaset felsefesinin merkezinde yer alır. Devlet tarafından düzenlenen, merkezi bir şiddet tekeline dayanan bir toplumsal yapının haklılığını sorgularken, onun kaotik alternatifiyle kıyaslanması kaçınılmaz hale gelir. Devletsiz, ilkel kabile düzeninden örgütlü devlet yönetimine geçiş insanlık için gerçek bir ilerleme mi olmuştur, yoksa tüm kötülüklerin kökeni burada mı yatmaktadır?

Thomas Hobbes, 1651 yılında kaleme aldığı ve felsefe tarihinin en çok alıntılanan pasajlarından birinde bu tartışmadaki pozisyonunu açıkça ortaya koyar:

“Yukarıda belirtilenlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, insanlar üzerinde otorite kuran ve herkese boyun eğdiren ortak bir güç bulunmadığında, içinde bulundukları durum, herkesin herkesle savaş halinde olduğu bir çatışma hâlidir. […] Herkesin birbirine düşman olduğu bu savaş ortamının sonuçları, yalnızca belirli bir döneme özgü değildir; aynı zamanda, bireylerin kendi güçleri ve zekâları dışında hiçbir güvenceye sahip olmadığı koşullarda da kendini gösterir. Bu durumda, uzun vadeli ve planlı bir çalışma mümkün değildir, çünkü hiçbir çabanın kesin bir karşılık bulacağı garanti edilemez; dolayısıyla tarım gelişmemiştir, deniz ticareti ve denizaşırı malların değişimi söz konusu değildir; mimari yok denecek kadar azdır, büyük güç gerektiren nesneleri hareket ettirecek mekanik düzenekler bulunmamaktadır; yeryüzüne dair sistematik bir bilgi mevcut değildir, zaman ölçümü yapılmaz, sanat, edebiyat ve toplumsal hayat gelişmemiştir ve en kötüsü de, bireylerin sürekli bir korku içinde yaşadığı, şiddet tehdidinin hiç eksik olmadığı bir atmosferin varlığıdır. Böylesi bir durumda insan hayatı, yalnız, yoksul, sefil, ilkel ve kısa bir varoluşa mahkûmdur.”

Thomas Hobbes (1588 – 1679)

Jean-Jacques Rousseau’nun 1755 yılında kaleme aldığı İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine Söylev – muhtemelen modern kültür ve medeniyet eleştirisinin temel metni olarak kabul edilebilecek bu eser – insan kültürünün yozlaştırıcı etkisini sert bir şekilde eleştirir. Rousseau’ya göre, bireyin sağlıklı ve doğal kendini sevme duygusu (amour de soi), giderek daha büyük ve kalıcı topluluklar içinde yaşamaya başlamasıyla birlikte yozlaşmış bir benlik sevgisine (amour propre) dönüşür. Bu dönüşüm, insanın doğasına özgü basitlik ve erdemi, kıskançlığa ve statü mücadelesine sürükler.

Peki, kim haklıydı? Günümüzde, Rousseau’nun “soylu vahşi” (sauvage noble) kavramsallaştırması ile bunun karşısında yer alan, insanın insana karşı bir kurt olduğu (homo homini lupus) görüşü arasındaki tartışmaların büyük ölçüde temelsiz spekülasyonlardan ibaret olduğunu görmek mümkündür. Gerçekte her iki düşünür de yanılmıştır: Rousseau, insanı barışçıl bir münzevi olarak tasvir ederken, insanların tarih boyunca her zaman sosyal varlıklar olduğunu göz ardı etmiştir. İnsan toplulukları kendi içlerinde uyumlu, eşitlikçi ve iş birliğine dayalı bir yaşam sürdürmüş, ancak dış dünyaya karşı yağmacı, tecavüzcü ve katliamcı çeteler gibi hareket etmiştir. Öte yandan, Hobbes insanı yalnızca bencil ve stratejik çıkarlarını gözeten bir varlık olarak tanımlayarak hataya düşmüştür; zira insan, doğası gereği iş birliğine yatkın bir varlıktır ve ancak büyük topluluklar içinde merkezi bir otoriteye gereksinim duyar.

Bununla birlikte, Hobbes’un insan evriminde çözüme kavuşturulması gereken temel sorunu doğru bir şekilde tespit ettiği söylenebilir: İş birliği ancak, iş birliğini reddeden davranış biçimi baskın strateji olmaktan çıkarıldığında mümkün hale gelir. Başka bir deyişle, bireysel düzeyde rasyonel olan tercihlerin kolektif düzeyde yıkıcı sonuçlar doğurduğu mahkûm ikilemi (prisoner’s dilemma) çözüme kavuşturulmalıdır. Ancak Hobbes, bu sorunun yalnızca devletin şiddet tekelini elinde tutmasıyla çözülebileceğini düşünerek hataya düşmüştür; zira şiddetin kontrol altına alınmasının tek yolu devlet gücü değildir.

Jean-Jacques Rousseau (1712 – 1778)

(Pre-)modern devletlerin ve erken uygarlıkların ortaya çıkışı, tarımın temel besin kaynağı hâline gelmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Artan nüfusun dar bir coğrafi alanda sürdürülebilir biçimde bir arada yaşayabilmesi, ancak besin değeri yüksek gıdaların kontrollü üretimiyle mümkün olmuştur. Ancak bu dönüşüm, beslenme alışkanlıklarının çeşitliliğini kaybetmesi gibi önemli bir bedelle gerçekleşmiştir. Beslenmenin büyük ölçüde pirinç ya da patates gibi birkaç temel besin kaynağına dayanması, avcı-toplayıcı toplulukların düzenli olarak tükettiği onlarca farklı bitki, meyve ve hayvansal ürün çeşitliliğine kıyasla daha tekdüze bir diyetin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Tarımın belirli birkaç türe yoğunlaşması, kıtlık riskini de önemli ölçüde artırmıştır. Tarımsal üretim, doğrudan iklim koşullarına bağlı olduğu için, aşırı hava olayları ya da belirli bir mahsulü hedef alan zararlı organizmaların tüm ekinleri yok etmesi durumunda, geniş çaplı kıtlıkların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Ayrıca, yerleşik hayata geçiş ve tarıma dayalı üretim modeli, zoonotik hastalıkların – yani hayvanlardan insanlara bulaşan enfeksiyonların – yayılımını hızlandırmış ve insanlık tarihi boyunca süregelen salgın hastalıkların temel nedenlerinden biri olmuştur.

Bu süreç, sıklıkla felaket niteliğinde sonuçlar doğurmuştur. Tarihin en ölümcül pandemilerinden birçoğu – Kara Veba (hıyarcıklı veba), tüberküloz, İspanyol gribi, AIDS ve sıtma gibi hastalıklar – doğrudan ya da dolaylı olarak hayvanların kitlesel yetiştirilmesiyle ilişkilidir ve ancak yüksek nüfus yoğunluğuna sahip toplumlarda geniş çapta yayılma imkânı bulmuştur.

Veba salgınında hayatını kaybedenlerin Amsterdam’da defnedilişi. Arka planda Belediye Binası ve Nieuwe Kerk (Yeni Kilise) görülmekte. (Beeldbank Amsterdam)

Uygarlık Hastalıkları ve Yaşam Beklentisi

Bununla birlikte, yerleşik yaşamın sağladığı büyük maddi konfor ve güvenliğin, tüm bu olumsuzluklara rağmen genel olarak daha avantajlı olduğu düşünülebilir. Ancak, bu varsayım da gerçeği tam anlamıyla yansıtmamaktadır. İlkel toplumlarda yaşayan atalarımız, modern insanlara kıyasla daha az çalışmış, daha fazla uyumuş ve çok daha fazla boş zamana sahip olmuştur.

Bazı tahminler, avcı-toplayıcı topluluklarda haftalık çalışma süresinin günümüzde alışkın olduğumuz kırk saatin oldukça altında olduğunu, hatta son birkaç binyıldır insanların büyük çoğunluğunun gündelik hayatını şekillendiren bitmek bilmeyen ağır çalışma koşullarına kıyasla dramatik ölçüde düşük olduğunu göstermektedir.

İlkel insan toplulukları, modern uygarlık hastalıkları olarak adlandırılan rahatsızlıklara neredeyse tamamen yabancıydı. Depresyon, bel ağrıları, akne, kalp-damar hastalıkları ve hatta kanser gibi rahatsızlıklar, tıpkı obezite gibi, bu toplumlarda neredeyse hiç görülmemekteydi. Ortalama yaşam süresi düşük olsa da, bu durum büyük ölçüde tıbbi müdahalenin yetersizliği nedeniyle yüksek seyreden çocuk ölümlerine bağlıydı. Beş yaşını aşabilen bireylerin oranı nispeten düşüktü; ancak bu eşiği geçenler, sağlıklı, dingin ve en azından olağanüstü derecede kısa olmayan bir yaşam sürebiliyor, sıklıkla altmış yaşına, hatta çok daha ileri yaşlara kadar ulaşabiliyordu.

Mısır’da çiftçilik yapan bir köylü, M.Ö. yaklaşık 1200.

Bu noktada, kıyaslama düzeyi belirleyici bir faktör hâline gelmektedir: Avcı-toplayıcı toplulukların ortalama mutluluk seviyesinin modern insanlardan daha yüksek olup olmadığı, tartışmalı bir meseledir. Bununla birlikte, geleneksel yaşam biçimlerini terk edip modern çağın kıyısında varlık sürdürmek zorunda kalan büyük insan toplulukları için bu değişimin tartışmasız biçimde yıkıcı sonuçlar doğurduğu da inkâr edilemez bir gerçektir. Günümüzde bir milyar insanın açlıkla mücadele etmesi ve milyonlarca çocuğun ağır işlerde çalıştırılması göz önünde bulundurulduğunda, bu bireylerin pre-Neolitik dönemde çok daha iyi bir yaşama sahip olacakları neredeyse kesin olarak kabul edilebilir.

Güç ve Eşitlik Arasındaki Gerilim

Sosyal eşitlik, insanın “doğal” yaşam biçimi olarak görülebilir. Ancak, ilkel kabile toplumları bile bu durumu sürdürebilmek için önemli çabalar harcamak zorunda kalmıştır. Sosyal koalisyonlar, bireysel üstün yetenekler, kişisel hırs ve vicdansızlık ya da rastlantısal faktörler gibi çeşitli dinamikler, eşitlikçi statükoyu sürekli olarak tehdit etmiş ve toplumsal dengenin bozulmasına yol açma potansiyeli taşımıştır.

Atalarımız, toplumsal eşitsizliğin doğurduğu merkezkaç güçleri denetim altına alabilmek için tersine çevrilmiş bir baskınlık hiyerarşisi geliştirmiştir. Bu bağlamda uygulanan en etkili yöntemlerden biri, güç ve iktidar hırsıyla hareket eden bireyleri dedikodu, alay ve toplumsal aşağılamalar yoluyla dizginlemekti. Böylece, kendisini lider olarak gören en güçlü kişi bile, nihayetinde yalnızca bir ölümlü olduğunu hatırlamak zorunda kalıyordu. Eğer bu sosyal baskı mekanizmaları yetersiz kalırsa, son çare olarak tiranın fiziksel olarak ortadan kaldırılması gündeme geliyordu.

Toplum açısından esas mesele, giderek derinleşen servet veya statü eşitsizliklerini çeşitli sosyal mekanizmalar yoluyla dengeleyebilmekti. Dolayısıyla, eşitlik her ne kadar insanın “doğal” durumu olarak kabul edilse de kendiliğinden var olan ve korunması zahmetsiz bir yapı değildi. Bununla birlikte, insan toplulukları iş birliği yapmayı öğrendikçe, aynı zamanda bireylere karşı kolektif biçimde hareket etmeyi ve güç ilişkilerini kendi lehlerine dengelemeyi de öğrenmişlerdi.

Pietro de Crescenzi’nin 1470 tarihli bir el yazmasında yer alan tarım takvimi.

Eşitlikçi mülkiyet yapıları, bireylerin aşırı servet biriktirerek topluluk içinde ayrıcalıklı bir statü edinmelerini engellemiştir. İlkel düzeyde bireysel mülkiyet biçimleri – ya da daha doğru bir ifadeyle, imtiyazlı kullanım hakları – var olmuşsa da, üretim araçlarının, doğal kaynakların, av eti ya da barınma alanlarının kullanımının kolektif normlar çerçevesinde düzenlenmesi ve hiçbir bireyin bu haklardan dışlanmaması, toplumsal dengenin bozulmasını önlemiştir. Çalışma araçlarını kullanmak isteyen herkes bunlara erişebilmiş, çocukların bakımı ortak bir sorumluluk olarak kabul edilmiş ve bir bireyin aç kalması ancak tüm topluluğun açlık çektiği durumda mümkün olabilmiştir.

Bu nedenle, tek bir bireyin ya da küçük bir ailenin, geri kalan topluluğa kıyasla belirgin bir servet birikimi elde ederek ayrıcalıklı bir konuma yükselmesi pratikte imkânsız hâle gelmiştir. Kalıcı mülkiyet ilişkilerinin neredeyse hiç olmaması, miras yoluyla servet aktarımının da önüne geçmiş ve böylece kuşaklar arası servet birikimi yoluyla eşitsizliğin doğmasının önüne geçilmiştir.

Eşitlikçi dengeyi yeniden sağlamak için başvurulan en radikal yöntemlerden biri, daha önce de belirtildiği gibi, iktidarı tekeline almak isteyen despot adaylarını fiziksel olarak ortadan kaldırmaktı. Topluluğun kontrolünü ele geçirmeye çalışan bireyler, çoğu zaman kendilerine karşı birleşen ezilenler ya da baskı altına alınma tehdidiyle karşı karşıya olanlar tarafından hedef alınmıştır. Bu tür bireyler, ya alenen gerçekleştirilen bir infazla ya da gizli bir pusu yoluyla topluluktan tamamen tasfiye edilmiştir.

!Kung San topluluğundan, zarif takılarıyla outran genç bir kız! (CC BY-SA 4.0 – Staehler – wiki)

İlk insan topluluklarında sosyal farklılıkların oluşmasını engellemenin son derece özgün bir yolu, bireysel başarıların sistematik olarak küçümsenmesiydi. Hiç kimsenin, örneğin avcılıkta gösterdiği olağanüstü bir başarı nedeniyle kendisini grubun geri kalanından üstün görmesine izin verilmezdi. Günümüzde hâlâ Kalahari’de yaşayan !Kung San topluluğunda, avda olağanüstü bir şans elde eden bir bireyin, buna ritüelleşmiş bir alçakgönüllülükle tepki vermesi beklenen bir gelenektir. Eğer bir avcı alışılmadık derecede büyük bir av yakalarsa, başarısını mümkün olduğunca önemsiz göstermelidir. !Kung San topluluğundan bir üye, bu geleneği şu sözlerle anlatır:

“Diyelim ki bir adam ava çıktı. Döndüğünde, büyük bir gururla ‘Bugün vahşi doğada muazzam bir hayvan avladım!’ diye övünmesi asla hoş karşılanmaz. Önce sessizce oturmalı, tek kelime etmemelidir; ta ki biri ateşin yanına yaklaşıp ona sorana dek: ‘Bugün ne gördün?’ İşte o an, sakince başını kaldırır ve sanki önemsiz bir şey anlatıyormuş gibi söyler: ‘Ah, ben pek iyi bir avcı sayılmam. Neredeyse hiçbir şey görmedim… Belki küçük bir şey.’ O an gözlerim hafifçe kısılır, içimde bir tebessüm belirir, çünkü artık bilirim ki o, gerçekten olağanüstü bir av yapmıştır.”

“Sonunda av köye ulaştığında, diğer erkekler de aynı şekilde tepki verirler:

“Şimdi bize gerçekten, onca yolu sırf şu zavallı kemik yığını için yürüdüğümüzü mü söyleyeceksin? Ah, keşke bu kadar değersiz bir av olduğunu önceden bilseydim, asla gelmezdim. Ey dostlar, sırf bunun için gölgede geçireceğim güzel bir günü heba ettim. Evde belki açız, ama en azından serin suyumuz var.”

Bu “etin aşağılanması” yöntemi, toplumsal iletişim pratikleri aracılığıyla hiçbir bireyin aşırı gurur sergilemesine müsaade edilmeyeceğini açıkça ortaya koyar. Bazı kültürlerde ise, belirli tabular avın nasıl paylaştırılacağını düzenler.

Bireyin cinsiyeti, yaşı veya toplumsal rolüne bağlı olarak, hayvanın belirli bölümleri yalnızca belirli kişiler tarafından tüketilebilir. Bu uygulama, avın adil bir şekilde dağıtılmasını büyük ölçüde güvence altına alır.

Büyük Bir Kötüleşme

Bir türün yaşam biçimi, o türün hangi ekolojik nişte evrimsel seçilim baskılarına maruz kalacağını belirler. Bu doğrultuda, atalarımızın benimsediği yaşam tarzı, onların uyum sürecini şekillendiren sosyokültürel bağlamı oluşturmuştur. Zaman içinde, doğamızda kökleşen eşitlikçi bir eğilim geliştirdik ve toplumsal eşitsizliklere karşı içgüdüsel bir şüpheyle yaklaşmaya başladık. Aşırı ya da keyfi görünen toplumsal farklılıklara karşı duyulan rahatsızlık, bilinçaltımıza işlenmiş kalıcı bir tepkiye dönüştü.

Tüm içgüdüsel dirence rağmen, insanlığın ezici çoğunluğu için, avcı-toplayıcı olarak yaşadıkları “Altın Çağ”dan ağır çalışmanın ve köleliğin hüküm sürdüğü bir düzene geçiş, keskin bir gerileme anlamına gelmiştir. Küçük topluluklar, büyük uygarlıkların boyunduruğuna girmeye çoğu zaman amansız bir direniş göstermiştir. Yine de, belki de insanlık – ancak çok yakın bir geçmişte ve yalnızca dünyanın belirli bölgelerinde – tarih öncesi çağlardaki huzur ve refah seviyesine yeniden yaklaşmaya başlamıştır. Eğer bu doğruysa, son beş bin yılın trajedisi, atalarımızın bu noktaya ulaşabilmek için ödemek zorunda kaldığı kaçınılmaz bir bedel olabilir. Despotik yönetimler, sömürü ve savaşlarla geçen binlerce yıllık çalkantılı bir yolculuk, nihayet modern toplumların doğuşunu mümkün kılan koşulları yaratmıştır. Ancak büyük soru hâlâ yanıtsızdır: Buna gerçekten değdi mi?

Filozof Hanno Sauer’un “Ahlak: Tarih Öncesinin İyilik ve Kötülüğünden Bugünün Kutuplaşmasına” adlı kitabı.

Bu yazı, çağdaş felsefenin önde gelen isimlerinden Hanno Sauer tarafından kaleme alınmıştır. 1983 doğumlu olan Sauer, etik alanında uzman bir filozof olup, Hollanda’daki Utrecht Üniversitesi’nde etik dersleri vermektedir. Ahlak felsefesi ve etik üzerine birçok akademik eser ve makale yazmış olan Sauer, Avrupa ve Kuzey Amerika’da düzenli olarak konferanslar vermekte ve çağdaş düşünceye önemli katkılarda bulunmaktadır. Şu anda Almanya’nın Düsseldorf kentinde yaşamaktadır.

Abonelik

- Özel röportajlar

- Sıcak gelişmeler

- Akademik çalışmalar

Yeni Yazılar

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz