Mehmet Cömert / BRÜKSEL
Dünya ekonomisi fosil yakıtlar olmadan da devam edebilirmi?

Geçtiğimiz üç yüzyıl, kömür, petrol ve doğal gaz gibi fosil kaynakların kullanımıyla şekillendi. Ancak, bu kaynakların büyük bir kısmını tüketmek, ekolojik ve ekonomik bir felakete yol açma riski taşımaktadır. “The Guardian,” birkaç yıl önce kaleme aldığı önemli bir araştırma yazısında, “Ekonomik büyümeyi sürdürerek dünyayı nasıl kurtarabiliriz?” sorusunu gündeme getirdi.
Araştırmada, David Mitchell’in 2014 tarihli “The Bone Clocks” romanına atıfta bulunuldu. Romanın son bölümlerinde, ilerlemenin tersine döndüğü bir gelecek senaryosu sunuluyor. 2043 yılında fosil yakıt dönemi sona ermiştir; nükleer santraller erimekte, elektrik şebekesi çökmüş, güneş panelleri ise yağmalanacak kadar değerli hale gelmiştir. İklim değişikliği bir felakete dönüşmüş; deniz seviyesinin yükselmesi New York City metrosunda sellere yol açarak binlerce insanın ölümüne neden olmuştur. İnternet erişimi neredeyse imkansız hale gelmiş, temel gıda maddeleri ve hayat kurtarıcı ilaçlar büyük ölçüde kıtlaşmıştır.
Bu, geçmişin acımasız ve tehlikeli bir versiyonunu andıran distopik bir bakış açısıdır. Batı kapitalist modelinin zaferiyle sona eren Soğuk Savaş’ın güzel gelecek vaatleriyle hiçbir benzerliği yoktur. Romanda ifade edilenler, eğer gerekli önlemler alınmazsa, iklim değişikliğinin ciddiye alınmaması sonucu gerçekleşecektir.
Burada çok ciddi bir uyarı var: “Nesiller boyunca, insanlığın çabalarının dünya sistemlerinin temel dengesini ve atmosferini sabit bırakacağını varsaydık. Ancak, nüfus artışı, tarım ve fosil yakıtların kullanımı gibi muazzam değişiklikler, bu gezegenin sistemi üzerinde büyük bir deney başlatmış olabileceğimizi gösteriyor.”
Serbest Piyasa Modeli
1988 yılında, büyük bir küresel huzursuzluk döneminde sadece bir kez önemli bir konuşma yapılmıştır. Bu konuşmayı yapan kişi, İngiltere eski Başbakanı Margaret Thatcher’dır. Thatcher, o dönemdeki jeopolitik gelişmeleri ele alarak, Çin ekonomisinin liberalleşmesini, Güney Afrika’daki apartheid rejiminin çöküşünü ve Soğuk Savaş’ın sona ermesini vurgulamıştır.
Thatcher, iklim değişikliğini inkâr edenlerden biri değildi. Aksine, Kraliyet Topluluğuna yaptığı konuşmada, hükümetin sürdürülebilir ekonomik gelişmeyi desteklediğini belirtmiş ve “çevrenin beslenmesi ve korunması şartıyla dünya genelinde istikrarlı bir refah elde edilebileceğini” ifade etmiştir. Doğa dengesinin korunmasının, 20. yüzyılın en büyük zorluklarından biri olduğunu açıkça dile getirmiştir.
George H.W. Bush, “Neyin işe yaradığını artık biliyoruz; serbest pazar ekonomisi çalışan bir sistemdir” demişti. Serbest piyasa modeli, dünya genelinde daha önce ulaşamadığı bölgelere hızla yayıldı. Deng Xiaoping’in başlattığı reformların hızlandırıldığı Çin, Hindistan, Sovyetler Birliği ve bağımsızlıklarını kazanan eski uydu devletler (Türk Cumhuriyetleri ve diğerleri) bu dönüşümden etkilendi. Bu sistemin yalnızca dünyanın en büyük “demokrasisi” olan ABD’de geçerli olduğu fikri geride kaldı. Beş yıl içinde, piyasa ekonomisinin etkisi 3 milyardan fazla insana ulaştı.
Ancak bir yandan dünyanın her yerine bu ekonomik sistem yayılırken, bazı ülkelere bu uygulanmamış, hatta yasaklanmıştı. Amerikan ekonomik ambargolarına tabi olan Küba da işte böyle bir ülkeydi.
Fidel Castro hükümeti, petrol, gübre, böcek ilaçları ve çeşitli gıda maddeleri için on yıllarca Moskova’ya bağımlı kaldıktan sonra ciddi bir krizle yüzleşti. Ekonomi çökünce, katı yiyecek karneleri uygulamaya konuldu. Traktörlerde ciddi bir yakıt sıkıntısı yaşanıyordu ve ısınma, ortak paylaşım şeklinde yapılıyordu. Bu duruma yanıt olarak Küba hükümeti şehir çiftlikleri kurmayı tercih etti; tarım yerel, küçük ölçekli ve zorunlu olarak organik hale getirildi.
Yiyecek üretimi, en az petrol kullanarak gerçekleştirilmeye çalışıldı; çünkü mevcut her toprak parçası en verimli şekilde değerlendiriliyordu. Mitchell’in romanı, korkutucu bir geleceği tasvir ediyorsa da, Küba, fosil yakıt dünyasından yenilenebilir enerjiye geçişin planlandığı gibi gitmemesi durumunda olabilecekleri farklı bir şekilde gözler önüne seriyordu. The Bone Clocks’un öngördüğü kıyamete benzer senaryolar olmasa da, durum pek iç açıcı değildi. Kendi kendine büyüme çabaları ve özgün gelişim yalnızca kısmen başarılı olmuştu: çeyrek yüzyıl sonra, Küba’da yiyecek tekrar karnelere bağlanmıştı.
Soğuk Savaş Sonrası Kapitalizm Modeli
Dünyanın birçok ülkesi farklı yönlere doğru ilerledi. Batı’da, 1990’ların başından 2007’nin mali çöküşüne kadar süren uzun bir ekonomik patlama yaşandı. Ancak, gelişmiş ülkelerdeki büyüme oranları, bazı gelişmekte olan ekonomilerin gölgesinde kaldı. Mali kriz sonrasında, gelişmiş dünya, Büyük Ekonomik Depresyon’dan bu yana en derin ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya kalırken, küresel büyümenin motorları Çin ve Hindistan oldu.
Soğuk Savaş sonrası kapitalizm modeli, küresel yoksulluk sınırının altında yaşayan insan sayısını önemli ölçüde azalttı. Açlık çekenlerin sayısı azaldı; daha fazla kişi sağlık ve eğitim haklarına erişim sağladı. Dünya genelindeki orta sınıfın büyüklüğü arttı ve Şanghay ile Mumbai gibi şehirlerde insanlar otomobil ve buzdolabı sahibi olmaya başladı.

Lakin bu sürecin iki çirkin tesiri vardır. Birincisi, iş yerlerinde iktidar münasebetlerinin, emek vasıtasıyla sermaye istikametinde kesin bir surette nakledilmesidir: seçilerek alınacak ucuz işgücünün fazlalığı ile işverenin ücretler üzerinden kendi lehine ayar çekmesidir. İkincisi, serbest pazarın galibiyetinin, Thatcher’in yapabileceğinden şüphelendiği gibi, dünya üzerindeki baskıyı artırmasıdır. Batı, üretimini Asya’daki ucuz merkezlere kaydırırken, Çin, Hindistan ve Endonezya’da enerji talebi artmıştır. Küreselleşme, gelişmekte olan ülkelerdeki insanların Batı’da bizim nasıl yaşadığımızı müşahede etme imkanı bulmalarına ve bundan ötürü taleplerini artırmalarına vesile olmuştur. Bu yüksek tüketici harcaması yanında, çoğu fosil yakıt kaynaklı enerjiye daha fazla talep gelmektedir. Çin, şimdi her iki haftada bir yeni kömürle çalışan elektrik santrali inşa etmektedir. Fosil yakıtları yakarak karbonu havaya salmakta ve bilim adamlarının ezici görüşü, bunun küresel ısınmaya sebep olan sera gazı birikimine yol açtığı yönündedir.
Küresel sıcaklıkların önceden bilinen 2 °C daha fazla artmasını önleme hususunda gerçekçi bir beklentiye sahip olan bilim insanları, şirketlerin ve hükümetlerin kanıtlanmış tüm fosil yakıt rezervlerini yakmanın mümkün olmadığını beyan eylemektedirler. Üçte iki ile beşte dört, küresel rezervlerin yer altında kalması icap ettiğine dikkat çekmektedirler.
Küresel Yoksulluk
Küresel yoksulluğun asgarî düzeye indirilmesi açısından kapitalizm bir başarı elde etmiş ise de, bu büyüme gezegen üzerinde büyük bir baskı icra etmiştir.
Burada mülahaza edilen sual, görünüşte çelişkili iki hedefin bir arada mümkün olup olmadığıdır. Büyüme fikrinden vazgeçmeksizin ve mevcut yaşam standardını geriletmeksizin, daha temiz, daha yeşil ve sürdürülebilir bir iklimin, armagedonla sonuçlanmadan mümkün olup olamayacağını sorgulamak gerekmektedir.
Cevap elbette son derece çetin olacağı yönünde olsa da, eğer doğru seçimleri icra eder ve bunları ‘şimdi’ hayata geçirmeye başlarsak, neredeyse gerçekleştirilmesi muhtemel bir haldir.
Yavaş yavaş iktidardakiler, tehlikede olanı idrak etmeye başlıyor: Küresel ekonomiyi mevcut hızıyla büyütmeye devam edersek ve büyümek için sürekli fosil yakıtları kullanmaya devam edersek, bu gezegenin gelecekte ‘pişmesine’ sebep olacaktır. Elbette bu görüş, her kesim tarafından benimsenmemektedir.
“Fosil yakıtların istihdamını azaltmak arzusunda olanların karşılaştıkları en mühim zorluklardan biri, iklim değişikliğiyle mücadelenin gerekliliği hususunda siyasi bir uzlaşmanın eksikliğidir. Her daim olduğu üzere, aynı taraflar, bilimsel görüş birliğinin iklim değişikliği hakkında yanıltıcı olduğunu ya da iklim bilimcilerinin tehlikeyi mübalağalı bir şekilde sunduklarını iddia etmektedirler. Ve, tehlike netleştigi zaman mücadeleye girişilmesi gerektiğini savunmuşlardır.
Lakin, ABD’nin eski başkanı Barack Obama bu düşünceleri benimsememekteydi. Çin devlet başkanı Xi Jinping ile birlikte, Kasım 2014 tarihinde, 2030 yılına kadar CO2 emisyonu hedeflerini tayin eden bir anlaşmayı imzalamışlardır.
İngiltere Merkez Bankası Başkanı Mark Carney de bu gerçekliğe inanmayanlardan olup, 2014 senesinde Dünya Bankası’nın yıllık toplantısında, ‘Eğer küresel sıcaklıktaki artışı 2 °C’nin altında tutmak istiyorsak, fosil yakıt rezervlerinin büyük bir kısmının yakılmaması zaruridir’ demiştir.

Dünya, bir küresel resesyondan zar zor sıyrılırken, siyaset âlemi artık başka bir meselenin endişesiyle sarsilmıştı. Uluslararası Para Fonu ve G20 toplantılarında cereyan eden müzakereler, gelecek mali çöküşün karbon balonunun patlamasından endişe edip etmeyeceği üzerineydi. Ayrıca, fosil yakıtların piyasa değerinin – sadece iklimi tehlikeye atarak değil – kullanıma sunulabilecek petrol, kömür ve gaz rezervlerinin değerinin fazla tahmin edilmesiyle şişirildiği düşünülmekteydi.
Yatırımcıların hepsinin birdenbire fosil yakıtlardan el çekmesi ihtimal dahilinde değildir. Eylül 2008’de Lehman Brothers’ın çöküşü sonrası meydana gelebilecek çok daha kötü neticeleri doğurabilirdi. Korkunç bir borsa çöküşü ve ardından benzer bir ölçekte dramatik bir ekonomik buhran.
Bu itibarla, İngiltere Merkez Bankası, maruz kaldığı risklerle alakalı soruşturma başlatmak için epeyce endişe duymaktaydı.
Olasılıklar, hâlâ böyle bir finansal piyasa erimesine pek ihtimal vermemektedir. Bunun kısmen sebebi, yatırımcıların muhtemelen yavaş hareket etmeleridir. Diğer bir yönüyle, büyük Batı fosil yakıt şirketlerinin rezervleri, küresel toplamın yalnızca küçük bir kısmını teşkil etmesindendir. Ayrıca, Rusya Federasyonu Cumhurbaşkanı Vladimir Putin’in bu husustaki (fosil yakıttan çekilme) yapılacak kampanyalardan rahatsızlığını tahmin etmek oldukça güçtür.
“İki korkunç gelişme vukû buldu”
Lakin, risk şimdi belirmiştir ve gittikçe daha da büyümektedir; siyaset dünyası artık iklim değişikliği risklerini kavramaya başlamıştır. Gordon Brown’a bu hususta danışmanlık eden Michael Jacobs, “İki korkunç gelişme vukû buldu” demektedir. “Çok geç başladık ve ne kadar güneş ve rüzgâr enerjisi olursa olsun önemli değildir; çünkü hâlâ kömür, petrol ve gaz kullanmaktayız. Daha az fosil yakıt kullansak dahi, bu hâlâ atmosfere salınacak ve iklim değişikliğine sebebiyet verecektir.”
Jacobs, açıklamasının devamında: “Bir asrın son çeyreğinde, ülkelerin yeni bir yeşil ekonomi altyapısı inşa etme imkânları varken, bunun tam tersini icra ettiler. Fosil yakıt kullanan enerji santrallerine yatırım yaptılar. Şehirlerde enerji israfına yol açan binalar inşa ettiler ve benzeri şekilde arabalar tasarladılar,” diyerek sözlerine son vermektedir.
Carney, iklim değişikliğinin orta vadeli bir mesele olduğunu ifade etse de, “ufukta bir trajedi” görmekteydi. Fakat Carney, “merkez bankalarının ve maliye bakanlarının kısa vadede, enflasyonun iki veya üç yıl içerisinde hedefine ulaşıp ulaşamayacağı ya da önümüzdeki on yıldan önce yeni bir konut krizi patlamasının önlenip önlenemeyeceği gibi sorunları gidermek üzere kurulduğunu” belirtmekte; hükümetlerin iklim değişikliğini düşünseler de, onların daha acil ve öncelikli meseleleri olduğunu vurgulamaktadır. Bu meseleler, işsizliğin azaltılması, yaşam standartlarının yükseltilmesi ve merkez bankalarını yöneten teknokratların siyasi atamalarla tekrar aynı göreve getirilmesi gibi konulardır.
Çevre hareketindeki bazı kişiler (“koyu yeşiller”), “politikacıların iklim değişikliği ile ilgili anlamlı bir şeyler yapmasını beklemenin anlamsız olduğunu; zira bunların kendi çıkarları için büyümeye saplantılı olduklarını ve vergi avantajları ile sübvansiyonlar talep ettiklerinde fosil yakıt şirketlerine boyun eğdiklerini” ifade etmektedir.
Yenilenebilir enerji konusunda büyük bir potansiyele sahip olmalarına rağmen, bu alanda destek konusunda geri durduklarını belirtmektedirler.
Ekolojik intiharı önlemek adına, öncelikle kapitalizmin fosil yakıt tüketimimizdeki azalmaya engel teşkil ettiğini siyasîlerin kabul etmesi gerekmektedir. Tüm bunlar doğru olabilir, ancak şimdi bulunduğumuz yere nasıl geldiğimiz hâlâ cevapsız kalmaktadır. Başka bir deyimle, nereden nereye geldik ve “koyu yeşillerin” hayal ettiği dünya nasıldır?
Fosil Yakıtların Kullanımı
Tek bir temel fikirle başlamak gerekirse: Fosil yakıtların kullanımıyla temellendirilmiş 250 yıllık bir büyüme, hakikaten gerçek faydalar sunmuştur. Aksini savunanlar bulunsa da, endüstriyel devrim öncesi dünya yaşamı, gerçekten kirli, çetin ve kısa idi. Ortalama yaşam süresi en iyi ihtimalle 40 yıl kadardı; çalışma saatleri oldukça uzundu, hastalıklar yaygındı ve beslenme yetersizdi. Bin yıldan fazla bir zaman diliminde, dünya nüfusunun büyük bir kısmı için hayat keyifsizdi.
İngiltere’deki mevcut koalisyon hükümeti, ekonomide birkaç yıl süresince büyüme gösteremediğinden dolayı ağır eleştirilere maruz kalmaktaydı. Ancak Roma’nın yağmalanması ile 18. yüzyılın ortaları arasında, yani tam 1.300 yıl boyunca kişi başına düşen gelir yok denecek kadar az artış göstermiştir. Büyümenin hızlanması ve yaşam standartlarındaki belirgin yükseliş, gerçekten de sanayi devrimi ile başlamıştır; bu gelişmelerin hiçbiri fosil yakıtların kullanılması olmadan mümkün olamazdı.
Yıllar geçtikçe, büyümenin iyi olduğu fikri, tüm insanların zihnine derinlemesine kazınmış durumdadır. Ebeveynler, çocuklarının kendilerinden daha iyi bir durumda olmalarını beklemekteydiler. Büyümeyen işletmeler, başarısız olarak telakki edilmekteydi. Dört harfli bir kelimeden oluşan ekonomi, sürekli olarak “daha fazlası” (more!) anlayışı etrafında şekillenmekteydi. Bu anlayış, şirketlerin ‘sürdürülebilirlik’ konusundaki en zayıf veya Greenwashing (bir şirketin ya da kuruluşun, gerçek durumundan daha yeşil veya sosyal olarak görünmesi) raporları olanları için bile geçerliydi; hatta en dürüst şirketler dahi bu baskıya maruz kalmaktaydı. Unilever, daha fazla sabun ve deodorant satmak istemekteydi. John Lewis, hepimizi Noel’de daha fazla harcamaya teşvik etmek için lüks reklamlar düzenlemekteydi.
Ancak bu “daha fazla” ekonomik büyüme anlayışı, hızla yükselen bir nüfusla birlikte, James Watt’ın buhar makinesinin icadıyla öngörülemeyen sorunlar doğurmuştur. 18. yüzyılın sonunda dünyada 1 milyardan az insan yaşamaktaydı. Bugün ise dünya nüfusu 8 milyardan fazla olmuştur. Daha büyük ve daha zengin bir küresel nüfusun enerji ihtiyacı, son 50 yılda altı kat artış göstermiştir. Bu enerjinin neredeyse yüzde 90’ı fosil yakıtlardan (kömür, gaz ve petrol) temin edilmektedir. Küresel sıcaklıklar, sanayi öncesi seviyelerin neredeyse 1 derece üzerinde yükselmiş durumda ve doğal afetlerin sayısı giderek artmaktadır.
İnsan kaynaklı küresel ısınmanın yaşanmadığını savunanların, tarihe yanlış bir perspektiften tanıklık ettiklerini anlamaya başladığı açıktır. Bu sonuca varmamızın tek bir sebebi vardır: İklim tehdidi o kadar belirgin hale gelmiştir ki, küresel ısınma karşısındakileri yüzeysel bir şekilde yargılamaktan başka bir seçeneğimiz kalmamıştır.
Düşünmek isteyebileceğimizden çok daha fazla iklim değişikliği şüphecisi mevcuttur. Ancak bu mesele, Avustralya’nın eski Başbakanı Tony Abbott ya da eski İngiltere Başbakanı Nigel Lawson gibi şahısların, hatta 2024’te ABD başkanlık yarışına aday olmayı uman her Cumhuriyetçinin siyasi hesaplarından çok daha derin bir boyut taşımaktadır.
“Sorun biziz!” ifadesi dikkat çekicidir.
Oxford Üniversitesi’nde enerji çalışmaları profesörü Dieter Helm, şu şekilde ifade ediyor: “İklim değişikliği konusunda gerçekten ciddiyetimiz sorgulanabilir. Diğer insanların bir şeyler yapmasını istiyoruz, şirketlerin gerekeni yerine getirmelerini bekliyoruz; peki ya biz? Nihayetinde, bu karbon bazlı ürünlerin tüketicisiyiz! Ve politikacıları seçerken endişe verici olan şey şudur: ‘Bize, verdiğimiz zarar ve kirliliğin bedelini ödememizi sağlayın’ demeye hazır değiliz.”
Bu, rahatsız edici bir düşüncedir. Eğer iklim değişikliği basitçe “insan” unsuruna dayanıyorsa; kapitalizmin kötülüğü veya gezegeni yok etmeye çalışan fosil yakıt şirketlerinin bir komplosu ile alakalıysa, çözüm, kapitalizmi daha güzel bir sistemle değiştirmek ve fosil yakıt şirketlerini kapatmaya zorlamak, insanın kendisine bağlı bir durum haline gelmektedir.
Afrika’da, Sahara Çölü’nün güney kısmında (Sahraaltı denilen bölgede) bir insanın ortalama ayda kullandığı enerjiyi, bir İngiliz aynı miktarda bir günde harcamaktadır. Eğer her şeyin suçlusu ‘bizsek’, buna verilecek karşılık hiç de kolay olmayacaktır. Fosil yakıtlar, cep telefonları, tabletler ve dizüstü bilgisayarlar gibi aletlerin imalatı ve çalıştırılması için kullanılmaktadır. Daha azını istemediğimize dair hiçbir işaret yoktur. Buzdolapları, gaz ocakları, çamaşır makineleri ve elektrikli süpürgelerden evvelki günlere dönüşe dair de pek bir destek mevcut değildir.
Bir restoranda veya barda sigara içmek, günümüz Batı toplumlarında artık sosyal açıdan kabul edilemeyen bir davranış haline gelmiştir. Ancak, oğlunuzu ya da kızınızı 4×4 çekişli, neredeyse benzin yutan bir cip ile okula götürmek hâlâ mübah sayılmaktadır. Bu durum, Prof. Dr. Helm’in haklılığını ortaya koyar: İklim değişikliği meselesinde pek de ciddi değiliz.
İklim değişikliğine karşı ‘koyu yeşil’ bir yaklaşım benimsemenin zorluklarından biri de budur. Fosil yakıt şirketleri aktif olarak faaliyet göstermektedir, çünkü bizler, fosil yakıtları üreten ve besleyen ürünlere yönelmekteyiz. Bu yalnızca bir arz meselesi değil, aynı zamanda bir talep meselesidir. Zira, birçok insan artık birden fazla akıllı telefona sahip olup, Apple saati arzulamaktadır. Bu durum, bizleri gerçekten daha mutlu edermi?
Amerika Birleşik Devletleri’nde, Michigan Üniversitesi’nde vazife görmekte olan ekonomistler Betsey Stevenson ve Justin Wolfers’a göre, mutluluğun gelir ile artış gösterdiği ve en zengin ülkelerde bile doygunluğa erişilemediği anlaşılmaktadır. Son yıllarda elde edilen veriler, Stevenson ve Wolfers’ın tezini destekler görünmektedir: Belirli bir refah seviyesinin üzerine çıkıldığında, mutluluk ile gelir arasındaki bağın zayıfladığı düşüncesi, yaşam standartlarının yükselmediği bir dönemde henüz yeterince test edilmemiştir. Ancak, şu ana kadar halkın durumunun kötüleştiğini ortaya koyan fikirlerin doğruluğuna dair pek az kanıt bulunmaktadır.
Koyu yeşil yaklaşımın ikinci sorunu, Batı’da bulunan zengin insanların tüketimlerini azaltmaya ikna edilebileceklerini varsaymakla birlikte, bu durumun CO2 emisyonlarının artışını engellemeyecek olmasıdır. Zira, enerji talebindeki asıl büyümenin gelişmekte olan ülkelerden kaynaklanması muhtemeldir.

Sahraaltı Afrika ülkelerinin yaklaşık 630 milyon insanı elektriksiz yaşam sürmektedir. Hanehalkı üzerindeki etkilerinin yanı sıra, elektrik kesintileri ekonomik büyümeyi ve üretimi engellemektedir. Şirketler, maliyetleri artıran pahalı jeneratörlere bağımlı durumdadır.
Güney Afrika hariç, kömür, “enerji gücü” hikayesinin yalnızca küçük bir parçasıdır. Afrika, Etiyopya gibi ülkelerdeki hidroelektrik santralleri sayesinde, İngiltere, ABD veya Almanya’dan çok daha yeşil bir profile sahiptir. Karbon ayak izi oldukça düşük seviyededir.
UK Overseas Development Institute direktörü Kevin Watkins’e göre, Güney Afrika dışındaki Sahraaltı bölgesinde bir insanın ortalama ayda kullandığı enerji miktarı, bir İngilizin aynı miktarı bir günde tükettiği kadardır.
(UK Overseas Development Institute: Birleşik krallık Yurtdışı Kalkınma Enstitüsü (ODI), 1960 yılında kurulan uluslararası kalkınma ve insani meseleler üzerine merkezi Londra’da bulunan bağımsız bir düşünce kuruluşudur).
Önümüzdeki yıllarda Afrika’nın enerji tüketiminin artması kaçınılmazdır. Bu kıta, fosil yakıtların en zararlısı olan kömür bakımından zengin bir potansiyele sahiptir. Angola ve Nijerya gibi ülkeler, büyük petrol ihracatçıları olarak öne çıkmaktadır; bu durum, mevcut sorunları daha da derinleştirmektedir. Diğer bir seçenek, fosil yakıtları tamamen geride bırakarak doğrudan yenilenebilir enerji kaynaklarına, özellikle güneş enerjisine yönelmektir. Ancak Kevin Watkins, bunun oldukça maliyetli olacağına dikkat çekerek, birçok ülkenin bu seçeneği akıllarına bile getiremeyeceğini belirtmektedir. Watkins, şunları ifade etmektedir:
“Evrensel erişim sağlamak ve enerji üretiminde on kat artış elde edebilmek için büyük iç yatırım ve uluslararası finansman çabası gerekmektedir.”
Bu durum, alternatif bir seçeneğin de mevcut olduğunu göstermektedir. Dünya, fakir Afrika ülkelerine sürdürülebilir enerji geliştirme maliyetleri konusunda yardımcı olabilir; ya da kömürle çalışan elektrik santralleri için pahalı karbon emme ve depolama sistemleri sunabilir. Diğer bir ihtimal ise, hiçbir şey yapmadan, kirli fosil yakıtların yanmaya devam etmesine izin vererek Afrika’nın karbon ayak izinin hızla arttığını izlemekle yetinir. Bu seçenekler dışında bir yol yoktur.
Hindistan, gelişmekte olan dünya ülkelerinin karşılaştıkları siyasi seçenekler bakımından önemli bir örnek teşkil etmektedir. Delhi’deki korkunç hava kirliliği dikkate alındığında, Narendra Modi liderliğindeki hükümet, iklim değişikliği tehdidinin farkındadır ve güneş enerjisini artırmaya dair iddialı planlarını ortaya koymuştur. Bununla birlikte, her bir Hint vatandaşının elektriğe erişimini sağlamak da temel bir amaçtır. Bu hedefe ulaşmak için güneş enerjisini artırırken kömür üretimini de artırmanın mümkün olabileceğini düşünmektedirler.
Watkins, Batı hükümetleri ve çevre sivil toplum kuruluşlarının Hindistan’da bir karbon emme ve depolama programı için finansman sağlamalarının, Modi’ye iklim değişikliğinin tehlikeleri hakkında tavsiyelerde bulunmalarından daha etkili olacağını vurgulamaktadır. Bu yaklaşım, Hindistan’ın hem enerji ihtiyacını karşılaması hem de iklim hedeflerine ulaşması açısından mühim bir strateji olarak öne çıkmaktadır.
Ekonomik büyüme karşıtı görüşlerin önündeki üçüncü engel, büyümenin iklim değişikliğiyle mücadelenin bir parçası olduğudur. Zira en büyük büyüme, yenilik ve inovasyonun bir sonucudur; yeni ürünlerin yaratılması, yenilikçi tekniklerin geliştirilmesi ve daha iyisini üretmek için yeni yollar arayışındayız.
Yüzyılın ortalarından bu yana, ardı ardına kaydedilen teknolojik ilerlemeler, insanlığın kaderini değiştiren devrimler yaratmıştır. 19. yüzyılın sonlarındaki kömür ve buhar gücünden, demiryolları ile içten yanmalı motorların doğuşuna; 20. yüzyıl ortalarında dayanıklı tüketim malları ile ticari hava seyahatinin başlamasına kadar birçok dönüşüm yaşanmıştır. Günümüzde ise dijital teknoloji, robotika, biyoteknoloji, hafif malzemeler ve yenilenebilir enerji, yeni bir çağın kapılarını aralamaktadır.
İngiltere’nin eski Başbakanı Gordon Brown’un teşvikiyle, 2006 yılında Nicholas Stern, iklim değişikliği ekonomisi üzerine önemli bir rapor hazırlamıştır. Bu rapor, ekonomik büyümenin küresel ısınmayla mücadelesi sırasında asla küçülmeyeceğini vurgulamıştır.
Stern, küresel ısınma ile mücadelede yeni teknolojilere ihtiyaç duyulduğunu ve bu süreçte yeni istihdam fırsatları doğacağını belirtmiştir. “Bu yeni teknolojik dalga, bizlere sayısız fırsatlar sunacaktır. Büyümeyi durdurmamız veya geriye gitmemiz gerektiğini söylemek yanlıştır; bu düşüncenin siyasi bir söylem olarak da başarılı olamayacağını düşünüyorum” diyerek, geleceğe dair umut dolu bir perspektif sunmuştur.
__________________________________________________________________
-Nicholas Herbert Stern, Baron Stern van Brentford (22 Nisan 1946) bir İngiliz ekonomisti ve akademisyenidir. 2000 – 2003 yılları arasında Dünya Bankası Kıdemli Başkan Yardımcısı ve Baş Ekonomisti olarak görev yaptı. Ve ileriki dönemlerde İngiliz hükümetine de ekonomik danışmanlık yaptı. Ekim 2006’da, İngiliz hükümeti, iklim değişikliği ile ilgili yoğun bir rapor olan ‘İklim Değişikliği Ekonomisi’ üzerine Stern Review’i yayınladı.-

Stern, kaleme aldığı raporda belirtmiştir ki, dünya ekonomisi bügünden itibaren büyümeye son verse dahi, karbondioksit (CO2) emisyonlarının artmaya devam edeceği ve küresel ısınmanın 3 veya 4 °C yükselmesi muhtemeldir.
“Kesinlikle ekonomik büyümeyi ve iklimin korunmasını bir arada gerçekleştirebiliriz.”
Stern, “Kesinlikle ekonomik büyümeyi ve iklimin korunmasını bir arada gerçekleştirebiliriz. Temiz hava, daha az kalabalık şehirler ve daha iyi yaşam koşulları inşa edebiliriz. Bunun yanı sıra, daha sürdürülebilir bir ekonomik faaliyet ve büyüme modeli tasarlamak da mümkündür. Küresel ısınma ile başa çıkmanın yegâne yolu büyümeyi durdurmak olduğunu söylemekte yanılırız. Eğer büyümeyi terk edip, faaliyetler ve emisyonlar arasındaki bağı koparamazsak, iklim değişikliği ile etkili bir şekilde mücadele edemeyiz” demektedir.
Ayrıca, yalnızca en koyu yeşil görüşler her türlü büyümeye karşıdır. İngiltere’deki yeşil parti, Millî Sağlık Hizmetleri ve eğitime ayrılan bütçenin artırılmasını talep etmektedir. Sosyal hizmetler için daha büyük bir bütçe ve daha yüksek bir asgari ücret istemektedirler. Surrey Üniversitesi’nden Tim Jackson, (Prosperity Without Growth) ‘Büyüme Olmadan Refah Ülkesi’nin yazarı, iklime daha az zarar veren, az kaynak kullanan faaliyetlere ihtiyacımız olduğunu, ancak insanların yaşam kalitesini artıran daha fazla ‘hizmete’ ihtiyacımız olduğunu söylemektedir.
Stern’in görüşleri, ekonomik büyüme ile çevresel sürdürülebilirlik arasındaki dengeyi ele alıyor. Karbon ayak izimizi azaltmanın üç yolu vardır: Tüketim miktarını azaltmak, nüfus artışını sınırlamak veya her büyüme biriminde daha az karbon salan üretim yöntemleri geliştirmek. Ancak, bu yöntemlerin uygulanabilirliği ve toplumsal kabulü önemli bir mesele. Sert ve gaddar yöntemlerle nüfus kontrolü sağlamak genellikle tartışmalı bir konu olarak görülüyor.
Tarihsel veriler, gelir ile nüfus arasında bir bağlantı olduğunu gösteriyor. İnsanlar refah içinde yaşadıkça, daha az çocuk sahibi olma eğiliminde oluyorlar; Japon nüfusunun yaşlanıp küçülmesinin nedeni de budur. Bu durumda, yaşam standartlarını düşürmek yerine, ekonomik büyümeyi çevresel etkileri minimize edecek şekilde sürdürmek önem kazanıyor.
Stern’in önerileri, sadece ekonomik büyümenin değil, daha kaliteli bir büyümenin de önemini vurguluyor. Bu, çevresel zararların azaltılması ve toplumsal refahın artırılması açısından kritik bir yaklaşımdır.
“Büyüme Yanlısı” veya “Büyüme Karşıtı” Olmak
Helm, ‘Büyüme yanlısı’ veya ‘büyüme karşıtı’ olmayı son derece basit bir mesele olarak görmekteyim. Mühim olan, seçtiğimiz büyüme türüdür. Ekonomik büyümenin motoru artık teknik değişimdir ve bu değişim giderek hızlanmaktadır. Mesela, yeni güneş enerjisi teknolojilerini inşa etmek için teknik değişiklikler gerekmektedir. Koyu yeşiller şöyle der: “Bize ne söylersen söyle, bu gemiyi şimdi durdurmak istiyoruz, artık teknik değişiklikler yapmak istemiyoruz. Daha basit, merkeziyetçi olmayan bir topluma, gezegende daha az ‘karbon ayak izi’ bulunan bir dünyaya dönmek istiyoruz.” Bunu oldukça naif bir düşünce olarak değerlendirmekteyim.
Koyu yeşillerin düşüncelerini bir kenara bırakırsak, açık yeşillerin yaklaşımı dahi imkânsız hale gelebilir ve işlerlik kazanmayabilir. Zira Birleşmiş Milletler, Paris’te 2015 yılı sonunda mevcut tüm ülkelerin CO2 emisyonlarını azaltma taahhüdünde bulunacak bir konferans düzenlemiştir.
Michael Jacobs, “yılda en fazla 12 milyar ton karbondioksit yaymak ve iki dereceyle küresel ısınmayı sınırlamak, uzmanların önerileri ve tekliflerinin gerisinde kalmak anlamına gelmektedir,” demektedir.
BP (eski adıyla British Petroleum ve BP Amoco), merkezi Londra’da bulunan petrol şirketi, 2035 yılına kadar 2 milyar ton CO2 emisyonunu nasıl azaltacağına dair hesaplamalar yapmaktadır ve bu konuda nerelerden yardım alacağını ciddi şekilde düşünmektedir. Enerji üretiminde kullanılan gazın payının yüzde 20’den yüzde 35’e yükselmesi; karbon emme ve depolama teknolojileriyle neredeyse sıfırdan yüzde 10’a ulaşan kömür; yenilenebilir enerji kaynaklarının yüzde 5’ten yüzde 20’ye çıkması ve nükleer enerjinin payının neredeyse yüzde 10’dan iki katına çıkması beklenmektedir. Bu gelişmelerin yanı sıra, enerji verimliliğindeki önemli ilerlemelerle 2 milyar ton CO2 azaltmak mümkün görünmektedir.
Petrol, kömür ve gaz, şu anda temel enerji ihtiyacının yüzde 86’sını karşılamakta; BP, 2035 yılına kadar bu oranın yalnızca yüzde 81’e düşmesini öngörmektedir. Bu durum, Uluslararası Enerji Ajansı’nın iklim değişikliği tahminleriyle uyumlu değildir ve fosil yakıtların üçte ikisinden fazlasının bu payda yer almaması gerektiğini göstermektedir. BP, mevcut tahminlerine göre emisyonların “bilim insanlarının önerdiği yolun çok ötesinde kalacağını” kabul etmektedir.
“Fosil yakıtlar bir gecede ortadan kalkmayacaktır.”
UEA (Uluslararası Enerji Ajansı) ayrıca dünyanın bir araya gelme zamanının geldiğine vurgu yapmaktadır. “Geciktirme eylemi yanlış bir ekonomidir: 2020’den önce enerji sektöründe kaçınılması gereken temiz teknolojiye yapılan her 1 dolarlık yatırım için, 2020’den sonra artan emisyonların telafisi için 4,30 dolar daha harcanması gerekecektir.” Fosil yakıtlar bir gecede ortadan kalkmayacaktır; ancak bu sürecin derhal başlatılması şarttır. Hükümetler, fosil yakıtlar için dünya genelinde verilen yıllık 1 milyar dolarlık sübvansiyonu kaldırmak adına, küresel petrol fiyatlarının yarıya inmesinin sunduğu fırsatı değerlendirebilirlerdi.
Dünyanın daha fakir bölgelerinde yaşayan vatandaşlara enerji faturalarında hükümetlerin yardım etme nedenlerini anlamak zor değildir. Ancak, ham petrol fiyatlarındaki düşüş, enerji tüketicileri için bir vergi indirimi gibi bir etki yaratmaktadır. Bu bağlamda, hükümetler mevcut iklimde sübvansiyonları zorlamadan kaldırma yoluna gidebilirler.
UEA haklıdır; çünkü daha fazla gecikme pahalıya mal olacaktır. Eski Başkan Obama, iklim değişikliğini ABD için bir misyon haline getirerek önemli bir adım atmıştır. Bu durum, John F. Kennedy’nin 1960’ların başlarında “aya insan göndermeyi” vaat etmesine benzer bir nitelik taşımaktadır. “Yerli kullanım ve kömür ihracatını belirli bir tarihe kadar sonlandırmak” veya “ABD enerji tüketiminin yüzde 50’sini yenilenebilir kaynaklarla karşılamak” gibi hedefler, ABD için yeni bir misyon oluşturabilirdi. Washington, daha sonra diğer ülkeleri de aynı taahhüdü yapmaya davet edebilirdi.
Bu misyon, karbona bir fiyat biçerek daha da güçlendirilebilir. Bu, iki yolla gerçekleştirilebilir: Bir CO2 vergisi veya bir emisyon ticareti (cap-and-trade scheme) aracılığıyla. Her ne olursa olsun, hükümetlerin, Stern’in tarihteki en büyük piyasa başarısızlıklarından biri olarak tanımladığı duruma karşı ciddi bir şekilde harekete geçtiklerini söyleyebiliriz: fosil yakıtların yakılmasından kaynaklanan zararın görmezden gelinmesi.

(NOT: Emisyon ticareti: hakkından fazla emisyon yaymada yapılan ticarettir. Ülkelere veya şirketlere belirli sera gazları veya diğer zararlı gazlar salma hakkı verir.
Bu, örneğin, karbon dioksit (CO2), metan (CH4), Nitröz oksit (N20), kloroflorokarbon bileşikleri (CFC’ler) ve örneğin azot oksitler (NOx) ile ilgilidir. Emisyon salma hakkı sınırlı tutulurken, şirketlerin daha fazla emisyon salması ücretlidir ve pahalıdır.
Bu da üretim sürecinin yeşilleşmesine ve yenilenebilir enerjiye yatırım yapılmasına olanak sağlamak içindir. Daha resmi deyimle, emisyon ticareti emisyon alanında işlem görmektedir. Emisyon alanı, bir ülke veya şirketin belirli bir gazdan (emisyon) ne kadar emisyon yayabileceğini göstermektedir.
Örnegin: Hollanda Emisyon Kurumu (NEa), Hollanda’daki şirketlerin NOx ve CO2 emisyon yayma hakkını ve emisyon ticaretini kayıt altına almaktadır.)
Yatırımcılar, iklim değişikliği hususundaki hükümetlerin ciddiyetini anladıktan sonra, yatırımlarını yeniden gözden geçireceklerdir. Özellikle ilk hamle avantajına sahip olanlar, yeni teknolojilerin genellikle kârlı olduğunu bilmektedirler. Emeklilik fonları ve sigorta şirketleri, fosil yakıt sektöründen uzaklaşıp ciddi büyüme potansiyeli barındıran sürdürülebilir enerji alanına yönelmek için teşvikler bulacaklardır.
Geçmişteki deneyimlerden yola çıkıldığında, hükümetlerin genellikle gereğince hızlı harekete geçmeyecekleri görülmektedir. Apartheid karşıtı ve borç azaltma kampanyalarından çıkarılacak dersler, hükümetlere baskı yaparak harekete geçirmek için kullanılabilecek etkili bir manivela işlevi görebilir. Politikacılar, oylarının tehlikede olduğunu hissettiklerinde harekete geçeceklerdir.
Günümüzde Batı’daki bir siyasetçi için, 3. dünya ülkelerine yardımın artırılacağının propagandasını yapmakla daha fazla oy kazanmak pek mümkün değildir. Ancak Batılı vergi mükelleflerine, fosil yakıt rezervleri bol olan yoksul ülkelerin kaynaklarının çıkarılması gerektiğini ve bu süreçte son teknolojilere geçişin herkes için faydalı olacağını anlatmak daha ikna edici bir yol olabilir. Fosil yakıtların gelişmekte olan ülkelerde kullanımının yalnızca maddi yardım önerildiğinde azalacağı aşikârdır.
Şu anda BM gibi uluslararası kuruluşlarca iklim değişikliğine uyum ve azaltma için tahsis edilen bütçe miktarı yılda 1 milyar dolardan azdır; bu meblağın en az 10 kat daha fazla olması gerekmektedir.
Aksi takdirde, Sahra altı Afrika’da yaşayan bir bireyin ihtiyaç duyduğu enerjiyi yalnızca 200 dolara mal olan bir güneş paneli ile sağlayabileceğini söylemek anlamlı olmayacaktır. Zira orta sınıf bir Sahra altı Afrikalının bu 200 doları ayıracak maddi imkânı bulunmamaktadır.
Paris İklim Konferansı, Batılı ülkelerin, gelişmekte olan ülkelere iklim değişikliği ile ilgili adaptasyon ve engeller konusunda gereken yardımı sağlamaya dair ciddiyet göstermeleri hâlinde çok daha başarılı olabilirdi. Jacobs, ülkelerin taahhütlerini hemen yerine getirmelerinin olasılığının düşük olduğunu, ancak ormansızlaşmayı durdurma, zararlı iklim değişikliği biçimleriyle mücadele ve önümüzdeki yüzyılın ikinci yarısında emisyonları sıfıra indirme konularında anlaşmalar yapılması durumunda ilerleme kaydedileceğini belirtmiştir.
Ancak bu, fosil dışı enerjiye geçişin yüzyılın ikinci yarısına kadar beklenmesi gerektiği anlamına gelmez. Gerekli altyapının kurulması, kamu alımları, vergi teşvikleri ve Ar-Ge bütçelerinde önemli artışlarla desteklenmesi gereken uzun ve maliyetli bir süreç olacaktır. Yani, “taş devri, taş sıkıntısından dolayı bitmedi” gerçeği gibi, fosil yakıt devri de daha iyi, daha temiz enerji alternatifleri mevcutken ya da gezegenimizde onarılamaz bir hasar meydana geldiğinde sona erecektir. Bu nedenle, geçiş sürecini hızlandırmak için kararlı adımlar atılması kaçınılmazdır.

Yenilenebilir enerji teknolojileri hızla gelişmekte ve temiz enerjiye yapılan yatırımlar çift haneli oranlarda büyümektedir. Bu, elbette umut verici bir gelişmedir. Ancak, kötü haber şu ki, yenilenebilir enerji kaynaklarının 2035 yılı itibarıyla enerji talebinin yalnızca yüzde 20’sini karşılayacağına dair iyimser tahminler bulunmaktadır. Bu durum, bazı zor kararların alınmasını ve anlaşmaların yapılmasını zorunlu kılmaktadır.
“Kömür, fosil yakıtlar arasında en kirli olanıdır.”
Kömür, fosil yakıtlar arasında en kirli olanıdır ve bu nedenle bir an önce kömürden kurtulmamız gerekmektedir. Ancak, yenilenebilir enerjinin kömürün yerini alabilmesi için, en iyimser senaryolarda bile bir gecikme yaşanacağı aşikârdır. Stern, “Çok hızlı bir değişim görüyoruz,” diyerek, hidroelektrik ve dalga enerjisinden farklı güneş enerjisi türlerine kadar yenilenebilir enerjinin gelişimini hızlandırmamız gerektiğini vurgulamaktadır. Karbon tutma ve depolama yöntemlerine daha dikkatli bir şekilde yaklaşmamız, fosil yakıtları emisyonsuz bir biçimde kullanmanın yollarını sunmaktadır. Böylece, gazın kömürle değiştirildiği bir döneme adım atabileceğiz.
Helm ise, “Hem fosil yakıtları yakıp hem de iklim değişikliğinden kaynaklanan hasarı sınırlayamayacağımız oldukça açıktır,” demektedir. Fosil yakıtlardan kurtulmaya yönelik üç temel adım öne çıkmaktadır.
Birincisi, insanların fosil yakıtları yakmanın sonuçları için maliyet ödemelerini sağlamak, bu da bir karbon vergisi ile mümkündür. İkincisi, geçiş dönemidir; önümüzdeki 15-20 yıl içinde kömürü bırakmanın en etkili yolu kömürden gaza geçmektir. Bu adımlar, sürdürülebilir bir geleceğe doğru atılacak kritik adımlar olacaktır.
Tabi ki, gaz, fosil bir yakıttır; lakin kömür emisyonlarının yarısına sahiptir. Gerçekten de, ABD’nin yaptığı gibi bir geçiş yaparak önemli karbon tasarrufları elde edilebilir. Ancak, ileriki yıllarda asıl ihtiyaç duyduğumuz şey, yeni teknolojilerdir!
Peki, dünya 2043 senesinde neye benzer? *The Bone Clocks* adlı eserde tasvir edilen gelecek, yalnızca bir kurgudur. O şekilde olmak zorunda değiliz. Tam aksine, enerjinin karbondan arındırıldığı yeşil bir teknolojik devrim yaşayabiliriz.
Atlanta ve Barselona, aynı sayıda insan barındırmakta ve kişi başına düşen gelirleri de eşittir; fakat Atlanta’nın karbon emisyonu, Barselona’dakilerin on katıdır. Daha fazla Barselonalı’ya ve daha az Atlanta’lı’ya benzer bireylere ihtiyacımız vardır. Zira bu, yaşam şeklimizi değiştirmemizi teşvik eden olumlu bir durumdur. Daha fazla yürümek, toplu taşıma araçlarını kullanmak, araçları paylaşmak ve bisiklete binmek gibi.
Bunlar elzemdir ve Helm’in nihayetinde inandıkları gibi haklıdır. Bu mesele, yalnızca karbon vergileri veya Ar-Ge ile ilgili değildir. Daha az karbon yaymakla alakalı da değildir. Eğer fosil yakıtların yerin altında kalmasını gerçekten istiyorsak; işte bu bizler ile alakalıdır, maksat insan varlığının devamını sağlamaktır.