
Foto: Shutterstock
BY Mehmet Cömert / BRÜKSEL
1. Giriş: Yeni Bir Jeolojik Çağın Eşiğinde
İnsanlık, tarihinin en büyük dönüm noktalarından birine tanıklık ediyor. Dünya, sanayi devriminden bu yana eşi benzeri görülmemiş bir hızla dönüşüyor; atmosferdeki karbondioksit yoğunluğu 800.000 yılın zirvesinde, canlı türleri kitlesel olarak yok oluyor ve gezegenin ekosistem dengesi geri döndürülemez şekilde bozuluyor. Bu değişimlerin tümü, “doğal afet” kategorisinden çıkarılıp artık bir başka başlıkla tanımlanıyor: Ekolojik çöküş.
Birçok bilim insanı, içinde bulunduğumuz dönemi “Antroposen” olarak adlandırıyor; yani insanın doğaya olan etkisinin jeolojik bir güç hâline geldiği çağ. Artık insan, yalnızca doğaya uyum sağlayan bir canlı türü değil; aynı zamanda doğayı şekillendiren, bozan ve bazı durumlarda yok eden başlıca aktör. Atmosferin ısınmasından okyanusların asitleşmesine, ormanların yok oluşundan toprakların çölleşmesine kadar yaşanan her şey, insan merkezli bir kalkınma modelinin sonucu olarak görülüyor.
Bu yazı, ekolojik çöküşün bilimsel arka planını, dünyadaki örneklerini, sosyo-politik bağlamını ve potansiyel çıkış yollarını analiz ederek, bu çağda nasıl yaşamamız gerektiğine dair bir perspektif sunmayı amaçlıyor. Ekoloji yalnızca doğayı değil, aynı zamanda adaleti, ekonomiyi, kültürü ve geleceğimizi yeniden düşünmemizi gerektiriyor. Çünkü artık mesele sadece “doğayı korumak” değil; hayatta kalmak.
2. Bilimsel Arka Plan: Ekolojik Çöküşün Verileri ve Gerçekliği
Bilim dünyası, onlarca yıldır gezegenin sınırlarını zorlama biçimimize dair güçlü uyarılarda bulunuyor. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), 2021 ve 2023 tarihli raporlarında açıkça ifade etti: küresel ısınma insan kaynaklıdır, etkileri hızla şiddetlenmektedir ve mevcut politikalar bu gidişatı durdurmakta yetersizdir. Yüzlerce bilim insanının ortaklaşa hazırladığı bu raporlar, sadece sıcaklık artışlarını değil; kuraklık, orman yangınları, deniz seviyesindeki yükselme ve ekstrem hava olaylarının sıklaşması gibi bir dizi ekolojik felaketi de kayıt altına alıyor.
Bununla birlikte, Dünya Biyoçeşitlilik Konferansı (IPBES) verileri, en az iklim kadar korkutucu bir başka süreci gözler önüne seriyor: canlı türlerinin yok oluşu. 2019 tarihli IPBES raporuna göre, yaklaşık bir milyon canlı türü önümüzdeki on yıllar içinde yok olma riskiyle karşı karşıya. Bu, insanlık tarihinde eşi görülmemiş bir kitlesel tükeniş anlamına geliyor.
Türlerin soyunun tükenmesi yalnızca biyoçeşitlilik açısından değil, tarım, su kaynakları ve sağlık gibi yaşamsal sistemlerin çökmesi anlamına da geliyor.
Bilim insanları bu süreci “gezegen sınırlarının aşılması” olarak tanımlıyor. Stockholm Dayanıklılık Merkezi’nin yürüttüğü araştırmalar, insanlığın 9 ekolojik sınırdan en az 6’sını aştığını gösteriyor. Bunlar arasında iklim değişikliği, biyoçeşitlilik kaybı, toprak kullanımındaki dönüşüm, azot-fosfor döngüsünün bozulması ve tatlı su kaynaklarının aşırı tüketimi yer alıyor. Bu veriler ışığında, gezegenin yaşam destek sistemlerinin kalıcı olarak bozulma eşiğinde olduğu ifade ediliyor.
Yani artık elimizde sadece bir teori değil, ölçülmüş, belgelenmiş ve gözlemlenmiş bir gerçeklik var: Dünya, sürdürülemez bir şekilde işliyor. Ve bu bozulma, sadece doğal hayatı değil, insan uygarlığının temel altyapılarını da tehdit ediyor.
3. Ekosistem Krizi: Bozulan Coğrafyalar, Suskunlaşan Doğalar

Konya Ovası’ndaki Obruklar (Foto: A.A)
Ekosistemler, canlı yaşamının temel taşıdır. Ancak bugün bu sistemler dünyanın dört bir yanında parçalanmakta, bozulmakta ve sessizce çökmektedir. Her biri farklı kıtalarda, farklı iklim kuşaklarında ama aynı nedensel bağlamda, yani insan faaliyetlerinin doğrudan sonucu olarak yok oluşa sürüklenmektedir.
Amazon yağmur ormanları, gezegenin “akciğerleri” olarak bilinir. Ancak son yıllarda artan ormansızlaşma, yasal düzenlemelerin gevşetilmesi ve büyük ölçekli tarım faaliyetleri bu eşsiz ekosistemi çöküşün eşiğine getirmiştir.
Bilim insanları Amazon’un bir “dönüşüm eşiği”ne yaklaştığını söylüyor. Bu eşik aşıldığında, orman kendi kendini yenileyemez hâle gelecek ve savanaya dönüşerek karbon yutaklığından karbon kaynağına evrilecektir.
Benzer bir sessiz çöküş, mercen resiflerinde yaşanıyor. Okyanusların ısınması ve asitleşmesi, Avustralya’daki Büyük Set Resifi gibi dünyaca ünlü doğal yapıları geri dönüşsüz şekilde tahrip etti. Mercan beyazlaması, deniz yaşamını destekleyen bu karmaşık ekosistemleri cansız iskeletlere dönüştürüyor.
Kuzey Kutbu ise tarihin en hızlı ısınan bölgelerinden biri hâline geldi. Kalın buzullar her yıl rekor düzeyde eriyor. Sibirya tundralarında çözülmeye başlayan donmuş topraklardan (permafrost) atmosfere yüksek miktarda metan salınıyor — bu da küresel ısınmayı daha da hızlandıran geri besleme döngülerini tetikliyor.
Afrika’da Çad Gölü kuruma tehlikesiyle karşı karşıya. Göl, 1960’ların başından bu yana %90 oranında küçüldü. Bunun temel nedenleri arasında iklim değişikliği, sulama sistemlerinin kötü planlanması ve artan nüfus baskısı yer alıyor. Aynı şekilde Türkiye’deki Konya Havzası, aşırı yeraltı suyu kullanımı nedeniyle her yıl daha fazla obrukla gündeme geliyor.
Bu örnekler, ekosistem krizinin lokal değil, küresel ve sistemik bir gerçeklik olduğunu ortaya koyuyor. Bozulan doğal döngüler, yalnızca hayvanlar ve bitkiler için değil; tarımsal üretim, su güvenliği, ekonomik istikrar ve toplumsal barış için de ciddi tehditler barındırıyor. Doğadaki her kopuş, insan yaşamının temel taşlarını gevşetiyor.
4. İnsan ve Ekoloji Arasındaki Kırılma: Kalkınma Miti ve Tahrip Gerçeği

İnsan ile doğa arasındaki tarihsel ilişki, 20. yüzyılda radikal biçimde değişti. Binlerce yıl boyunca doğaya uyum sağlayarak varlığını sürdüren insan toplulukları, sanayi devriminden sonra doğayı kontrol etme, dönüştürme ve sömürme gücüne erişti. Bu güç, teknolojik ilerlemeyle birleştiğinde insanlığı gezegenin jeolojik kaderini değiştiren bir aktöre dönüştürdü. Bugün yaşadığımız ekolojik çöküş, bu kalkınma mitinin doğrudan ürünüdür.
Modern ekonomik sistemler, doğayı sonsuz bir kaynak deposu olarak görür. Karbon temelli büyüme, doğal alanları betonlaştıran kentleşme politikaları, endüstriyel tarım ve fosil yakıt bağımlılığı; hepsi doğanın sınırlarını dikkate almayan bir aklın ürünü. Bu sistem, yalnızca doğal kaynakları tüketmekle kalmıyor, aynı zamanda yeryüzündeki ekolojik bağları koparıyor.
Örneğin, endüstriyel tarım uygulamaları kısa vadede verimi artırsa da, toprağın organik yapısını bozmakta, biyoçeşitliliği azaltmakta ve su kaynaklarını kirletmektedir. Aynı zamanda monokültür tarımı, tarım ilaçları ve kimyasal gübre kullanımıyla birlikte, toprağın canlılığını yok eden bir süreç hâline gelmiştir. Sonuç olarak, tarım bile doğaya yabancılaşmış, doğanın işleyişini taklit etmekten uzaklaşmıştır.
Kentleşme ise, doğayla temasın fiziksel olarak kesildiği en belirgin düzendir.
Betonlaşan şehirler, ısı adaları oluşturarak yerel iklimleri değiştirirken, doğa unsurlarının (ağaç, toprak, su) geri çekilmesiyle birlikte insanlar doğaya olan bağlarını da yitirmeye başlamıştır. Şehirlerde doğa, estetik bir unsur veya simgesel bir dekor hâline gelirken, yaşamın temel bileşeni olma özelliğini kaybetmektedir.
Tüm bu süreç, insan ile doğa arasındaki ilişki biçimini kökten değiştirmiştir. İnsan, doğayı yaşamın parçası olarak görmek yerine, onu araçsallaştıran ve metalaştıran bir bakış açısına teslim olmuştur. Oysa ekolojik gerçeklik, insanın doğadan ayrı değil; onunla iç içe ve ona bağımlı bir varlık olduğunu göstermektedir.
Bu bağın kopması, yalnızca çevre krizini değil, aynı zamanda sosyal, kültürel ve ruhsal bir çöküşü de beraberinde getirmektedir.
5. Ekolojik Adalet: Krizin Yükünü Kim Taşıyor?

Sel felaketleri, dünyada en fazla insanın yerinden edilmesine yol açan doğal afettir. Bu fotoğrafta, Temmuz 2020’de Bangladeş’in Dakka kentinde sel basan bir sokakta insanlar suyun içinde yürürken görülüyor.
Ekolojik kriz, yalnızca doğayı değil, toplumları da derinden etkiliyor. Ancak bu etkiler her yerde eşit hissedilmiyor. Tam tersine, en az sorumluluğu taşıyan topluluklar genellikle en ağır sonuçlara maruz kalıyor. Bu durum, çevresel bozulmaların sosyal eşitsizliklerle kesiştiği noktada yeni bir kavramı gündeme getiriyor: ekolojik adalet.
Küresel Güney olarak tanımlanan bölgeler —Afrika, Güneydoğu Asya, Latin Amerika gibi ekonomik olarak daha az gelişmiş ülkeler— tarihsel olarak sanayileşmiş ülkelerin atmosferi kirletmesine neredeyse katkı sağlamamış olmalarına rağmen, iklim değişikliğinin etkilerini çok daha ağır bir şekilde yaşıyorlar.
Kuraklık, sel, gıda krizi, ormansızlaşma ve deniz seviyesindeki yükselme gibi felaketler bu coğrafyalarda hem daha sık yaşanıyor hem de yerel halk için daha yıkıcı sonuçlar doğuruyor.
Örneğin, Bangladeş, deniz seviyesindeki yükselme nedeniyle her yıl binlerce insanını yerinden eden bir ülke. Bu insanlar iklim göçmeni hâline geliyor; ama uluslararası hukuk hâlâ “iklim mültecisi” tanımını tanımıyor.
Somali, hem kuraklık hem de iç savaşla boğuşurken, çölleşme tarımı imkânsız hâle getiriyor ve açlık sınırındaki milyonlarca insan için ekolojik kriz yaşamla ölüm arasındaki çizgiyi belirliyor.
Gelişmiş ülkelerde ise çevresel yıkım çoğunlukla sosyoekonomik olarak dezavantajlı grupların yaşadığı bölgelerde yoğunlaşıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde siyah ve Latin kökenli topluluklar, hava kirliliği oranlarının daha yüksek olduğu bölgelerde yaşıyor. Avrupa’da ise enerji yoksulluğu, iklim değişikliğine karşı direnci zayıf hâle getiriyor. Ekolojik risklerin sınıfsal ve ırksal dağılımı, çevre krizinin aynı zamanda bir toplumsal adalet krizi olduğunu gösteriyor.
Ekolojik adalet, sadece doğayı korumak değil; aynı zamanda bu koruma çabalarının eşitlikçi ve kapsayıcı olması gerektiğini savunur. İklim politikaları, doğa koruma projeleri ve sürdürülebilir kalkınma programları; yalnızca zengin ülkelerin değil, en kırılgan toplulukların ihtiyaçlarını da göz önünde bulundurmalı. Aksi takdirde “yeşil” çözümler bile yeni adaletsizliklerin kaynağı hâline gelebilir.
6. Doğaya Dayalı Çözümler: Umut Nerede, Gerçek Nerede?
Ekolojik kriz büyürken, dünyada hem hükümetler hem de bilim insanları tarafından umutla öne çıkarılan bir kavram dikkat çekiyor: doğaya dayalı çözümler (nature-based solutions). Bu yaklaşım, doğanın kendi işleyişini taklit ederek hem iklim değişikliğini hafifletmeyi hem de ekosistemleri restore etmeyi amaçlıyor. Fakat bu kavram, ne kadar gerçekçi ve uygulanabilir?
Doğaya dayalı çözümler; ormanların yeniden kazanılması, sulak alanların restorasyonu, kentsel yeşil altyapıların güçlendirilmesi, kıyı ekosistemlerinin canlandırılması gibi uygulamaları kapsar.
Bu tür projeler, karbon yutaklarını artırmak, biyolojik çeşitliliği korumak ve toplumlara daha dirençli yaşam alanları sunmak açısından büyük potansiyel taşır.
Örneğin, Çin’in “Yeşil Duvar” projesi, çölleşmeyle mücadele için milyonlarca ağaç dikilmesini içeriyor. Kenya’da “Yeşil Kuşak Hareketi”, kadınların öncülüğünde hem çevre koruma hem de toplumsal kalkınma hedeflerini birleştiriyor. Hollanda’da ise kıyı koruma projeleri deniz bentleri yerine doğal gelgit sistemlerini ve kum adalarını kullanarak iklim değişikliğine karşı daha esnek bir savunma mekanizması oluşturuyor.
Ancak bu çözümler, yanlış uygulandığında “yeşil badana” (greenwashing) tuzağına düşebilir. Çok uluslu şirketler ya da devletler, gerçek emisyon azaltımı yerine ağaç dikme projeleriyle sorumluluklarını erteleyebilir. Bazı bölgelerde yapılan kitlesel ağaçlandırma çalışmaları, yanlış türlerin dikilmesi nedeniyle yerel biyoçeşitliliğe zarar verebilir ve su kaynaklarını tüketebilir.
Ayrıca doğaya dayalı çözümler, ekolojik krizlerin tek başına çözümü değildir. Fosil yakıtlardan çıkış, aşırı tüketimin sınırlandırılması ve üretim-tüketim sistemlerinin radikal biçimde dönüştürülmesi gibi yapısal değişiklikler olmadan, bu projeler sadece semptomları hafifletir. Doğayla uyumlu yaşamak; teknolojiyle veya yatırım projeleriyle değil, yaşam biçimiyle ilgilidir.
Özetle, doğaya dayalı çözümler umut vericidir — ama sihirli değnek değildir. Gerçek dönüşüm, bu çözümleri sistemsel değişimin bir parçası olarak görmekle mümkündür.

Çin’in Yeşil Duvarı
7. Bilim ve Politika Arasındaki Uçurum: Neden Harekete Geçilemiyor?
Bilim dünyası yıllardır yüksek sesle uyarıyor: ekosistemler çöküyor, iklim değişikliği hızlanıyor, geri dönüş penceresi kapanıyor. Buna rağmen küresel ölçekte etkili, bağlayıcı ve kalıcı bir dönüşüm neden gerçekleşmiyor? Neden bilimsel gerçeklerle siyasi eylem arasındaki mesafe bu kadar büyük? Bu sorunun yanıtı, sadece bilgi eksikliğinde değil; güç ilişkilerinde, çıkar çatışmalarında ve yapısal engellerde yatıyor.
Birleşmiş Milletler İklim Zirveleri (COP), 1995’ten bu yana her yıl toplanıyor. Ancak 30 yıla yakın süredir yapılan zirvelerde verilen vaatlerin büyük kısmı ya tutulmadı ya da ciddi şekilde ertelendi. 1.5°C hedefi artık neredeyse imkânsız olarak görülüyor. Fosil yakıt sübvansiyonları hâlâ devam ediyor ve en büyük emisyon üreticileri, yeşil geçişi sadece ekonomik büyümeye zarar vermeyecek şekilde “idare etmeye” çalışıyor.
Politik sistemler genellikle kısa vadeli seçim döngülerine dayanır. Ekolojik dönüşüm ise uzun vadeli yatırımlar, toplumsal değişim ve güçlü regülasyonlar gerektirir. Bu uyumsuzluk, siyasi liderlerin cesur adımlar atmasını zorlaştırır. Ayrıca ekonomik sistemlerin kar odaklı yapısı, doğaya zarar veren sektörlerin —petrol, gaz, madencilik, büyük tarım şirketleri— lobi gücünü artırır. Bu şirketler yalnızca çevresel değil, demokratik süreçler üzerinde de belirleyici rol oynar.
Medya ve kamuoyu da çoğu zaman krizin boyutunu algılayamaz. Ekolojik meseleler soyut, karmaşık ve uzun vadeli olarak algılanır. Toplum, kriz ancak kapıya dayandığında harekete geçer. Oysa bilim insanlarının altını çizdiği gibi, ekolojik kriz “kapıya dayandığında” çok geç olacaktır.
Özetle, bilim ile politika arasında derin bir uyumsuzluk vardır. Bilim “şimdi harekete geçin” derken, politika genellikle “sonra konuşalım” demektedir. Bu boşluk kapatılmadıkça, bilgi tek başına hiçbir şeyi değiştirmeye yetmez. Değişim için bilginin eyleme dönüşmesi, bilimsel verinin siyasi iradeye çevrilmesi gerekir.
8. Sonuç ve Çağrı: Ekolojik Yıkıma Karşı Yeni Bir Yaşam Anlayışı
Ekolojik çöküş, yalnızca çevresel bir sorun değil; insanlığın uygarlık tasavvurunu, yaşam biçimini ve değer sistemini yeniden düşünmesini gerektiren çok katmanlı bir krizdir. Bu kriz, gezegenin değil, insanın varoluş krizidir. Çünkü doğa biz olmadan da var olur — ama biz doğa olmadan var olamayız.
Bilim, ne olduğunu ve nereye gittiğimizi net şekilde ortaya koyuyor: Gezegenin sınırları aşıldı, türler yok oluyor, kaynaklar tükeniyor. Buna rağmen bu bilgi, gerekli düzeyde politik ve toplumsal dönüşüme yol açmıyor.
Sebep basit: Mevcut sistemler sürdürülebilirlik değil, büyüme üzerine kurulu. Ancak sınırsız büyüme, sınırlı bir gezegende mümkün değildir. Dolayısıyla sürdürülebilirlik, sadece teknolojik bir düzenleme değil; kültürel bir kopuş, ekonomik bir dönüşüm ve felsefi bir yeniden yapılanma meselesidir.
Bu noktada ihtiyaç duyulan şey, “daha yeşil” bir versiyonla aynı sistemin devamı değil, tamamen başka bir yaşam anlayışıdır. Doğayla rekabet etmeyen, onunla iş birliği yapan bir ekonomi. Tüketimi değil, dayanışmayı önceleyen bir kültür. İnsan merkezli değil, yaşam merkezli bir etik.
Ayrıca bu dönüşümün adil olması gerekir. Krizin yükünü en az sorumlu olanların taşıdığı bir dünyada, herhangi bir “çözüm” etik temelden yoksun kalacaktır. Ekolojik adalet, sosyal adaletle birlikte ele alınmalıdır.
Bugün artık basit bir soru önümüzde duruyor: Nasıl yaşayacağız?
Bu sorunun cevabı, teknik raporlarda değil; siyasi iradede, toplumsal cesarette ve ahlaki vizyonda gizlidir. Ve zaman daralıyor. Bilim çok açık:
“Değişmek zorundayız — hemen, köklü biçimde ve birlikte.”
Kaynak
IPCC. (2023). Climate Change 2023: Synthesis Report. Intergovernmental Panel on Climate Change.
-IPBES. (2019). Global Assessment Report on Biodiversity and Ecosystem Services. Stockholm Resilience Centre. (2022). Planetary Boundaries Update.
-Klein, N. (2014). This Changes Everything: Capitalism vs. The Climate. Simon & Schuster.
-Hickel, J. (2020). Less is More: How Degrowth Will Save the World. Penguin Books.
-UNEP. (2022). Emissions Gap Report 2022. United Nations Environment Programme.
-Shiva, V. (2016). Earth Democracy: Justice, Sustainability, and Peace. North Atlantic Books.